55. Cennet ehli, o gün tatlı meşguliyetler içinde Cennet’in nimetlerinden yiyip içerler.

56. Kendileri ve eşleri, gölgelerde koltuklara yaslanırlar.

57. Orada (dünyada yaptıklarının karşılığı olarak) bütün nimetler hazırdır onlar için ve daha ne isterlerse bulunur.[17]


[17.] 55’inci âyette geçen “Cennet’in nimetlerinden yiyip içme” ifadesinin aslı fâkihûn’dur. Kelime manâsı itibariyle “meyve yiyenler” demektir. Benzer manâ, bu âyetteki sözcük anlamı itibariyle “meyve” demek olan fâkîhatün kelimesinde de vardır. Burada, Kur’ân’ın mucizevî üslûbunun bir özelliğine daha şahit olmaktayız. 54’üncü âyet, Âhiret’te herkesin dünyada yaptıklarının karşılığını göreceklerini buyurmuştu. Bilindiği gibi meyve, ağacın hayatının neticesidir. Dolayısıyla, 55 ve 57’nci âyetler, mü’minlerin Cennet’te dünyadaki güzel davranışlarının karşılığını Cennet nimetleri olarak bulacaklarına işaret etmektedir. Allah katında kabul görmüş her bir güzel iş, Âhiret tarlasına bir tohum olarak düşer ve işlenmekteki samimiyet ve mükemmeliyete göre herkes için farklı derecelerde Cennet nimeti olarak çıkar. Şu kadar ki Allah (c.c.), Cehennem’i hak edenlere sadece yaptıklarının karşılığını çektirirken, Cennet ehline Kendi fazlından çok büyük ikramlar hazırlar; dolayısıyla onlar için Cennet’te “daha ne isterlerse bulunur.”

58. (Mü’minlere karşı) hususî rahmeti pek bol bir Rab’den (asla tevbih, takbih değil, sadece) “selâm” sesi alırlar.

59. Ve siz, hayatları günah hasadıyla geçmiş ey suçlular! Bugün şöyle bir kenara çekilin bakalım!

60. Ben sizlerle şu sözleşmede bulunmamış mıydım? “Ey Âdem’in çocukları! Şeytan’a tapmayın.[18] O, sizin için apaçık bir düşmandır;


[18.] Tapmanın en önemli boyutu teslimiyet ve itaattır. Şeytana güya onun kötülüklerinden korunmak için tapanların, ibadet edenlerin yanısıra, davetine uyarak sürekli ona itaat edenler de vardır ve bunlar da ona tapmaktadır denebilir.

Kur’ân, şeytanın insana apaçık düşman olduğunu beyan buyurmakla, bir düşman olarak şeytanın insanlar hakkında asla iyilik istemeyeceğine dikkat çekmektedir. “Ey Âdem’in çocukları” diye seslenmekle de, Hz. Adem’in ve eşi Hz. Havva’nın cennetten çıkmasına şeytanın sebep olduğunu hatırlatmaktadır. Şeytan, onlar yaratılıp da karşılarında imtihanı kaybettiği zaman “O’nun soyunu, pek azı dışında kumandam altına alacağım!” diye yemin etmişti (İsrâ Sûresi/17: 62).

Allah (c.c.), Hz. Âdem’in çocuklarını şeytana karşı defalarca uyarmıştır. Şu uyarı, bunlardan sadece biridir: “Ey Âdem’in çocukları! Şeytan nasıl anne–babanızın üzerinden takva elbisesini sıyırıp, onlara edep yerlerini (ve mahiyetlerindeki bütün beşerî hususiyetleri) göstermiş ve onları cennetten çıkarmışsa, aynı şekilde sakın sizi de dünyada tâbi tutulduğunuz imtihanlarda kaybetmenize sebep olarak benzer bir belânın içine atmasın! O sizi görür; o da, kabilesi de, sizin onları göremeyeceğiniz yerlerden sizi görürler. Doğrusu Biz, şeytanları iman etmeyenlere yoldaş ve onların işbirlikçileri yaptık.” (A’râf Sûresi/7: 27)

61. “Fakat sadece Bana ibadet edin; doğru olan yol budur.”

62. Ne var ki o, içinizden nice nesilleri saptırdı. Düşünüp akletmeli (ve ona göre davranmalı) değil miydiniz?

63. İşte, kendisiyle sürekli ikaz ve tehdit edildiğiniz Cehennem![19]


[19.] Kur’ân–ı Kerim, tekrar tekrar insanları Cehhenem’le korkutur, tehdit ve ikaz eder. Bu konuda insanlara ilk ikaz, şeytanın Hz. Âdem’e secde etmeyi reddedip, Kıyamet’e kadar O’nu ve çocuklarını yoldan çıkarmak için çalışma müsaadesi aldığında yapılmıştı: Hiç şüphesiz Cehennem de o azgınların hepsi için kararlaştırılmış ve onlara va’dedilmiş yerdir. Onun yedi kapısı vardır; her bir kapıdan içlerinde hangi grubun gireceği bellidir. (Hıcr Sûresi/15: 43–44)

Kur’ân, bu tür ikazları sık sık tekrarladığı gibi, onda daha başka tekrar veya tekrar görünümlü ifadelerde de bulunur. Çünkü Kur’ân, aynı zamanda bir hukuk, dua, zikir, hikmet, kulluk, davet, emir, tefekkür, müjde, ikaz ve irşad kitabıdır. Dua, davet, irşad, emir, ikaz hepsi tesir, te’kit ve teyit için tekrar ister. Bunun yanı sıra Kur’an, bütün insanların manevî ihtiyaçlarını giderecek kitapları ihtiva eden kutsal bir kitap; kendinden bütün velîlerin, sıddîkların, ilim ve kalbî arınmayı birleştirmiş irşad ehli âlimlerin yol ve usûllerini aldığı ve her bir yolu aydınlatıp, o yolda gidenlerin ihtiyaçlarını karşılayan risaleleri, kitapçıkları hâvî kutsal bir kütüphanedir. Bundan dolayı ve ayrıca Kur’ân’ın öğretileri önem derecesine göre insanların zihinlerinde ve kalblerinde yerleşmesi, tabiatlarının bir parçası haline gelmesi için de tekrarlar gereklidir. Bununla birlikte, tekrar gibi görünen ifadeler, çok defa da gerçekleri farklı konumlarda, farklı şartlarda, farklı şahıslara konumun, şartların ve şahısların özellikleri ve ihtiyaçları çerçevesinde farklı yanlarıyla sunmaktadır. Bu, Kur’ân’ın tasrif diye nitelediği üslûptur.

64. Küfür içinde yaşayıp küfür içinde öldüğünüz için, yanıp kavrulmak üzere girin bugün oraya!

65. O gün onların ağızlarına mühür vururuz da, Bize elleri konuşur ve işleyip hesaplarına geçirdikleri günahlara ayakları şahitlik eder.[20]


[20.] Bu âyete iki açıdan yaklaşılmalıdır. İlki: Âhiret, baştan sona hayat diyarı, yani orada her şey canlı olacağından (Ankebût Sûresi/29: 64, Furkan Sûresi/25: 12, not 4), eller de ayaklar da konuşur. İkinci olarak, insanların imanı, inkârı, yaptıkları işler, söyledikleri sözler yüzlerinden, ellerinden, kısaca vücut organlarından belli olur. Dünyada dahi feraset ehli bunu görebilmekte, okuyabilmektedir.

66. Eğer dileseydik, gözlerini dümdüz silme kör ederdik de, yollarını bulabilmek için yalpalayıp dururlardı. O takdirde nasıl görebilirlerdi ki?[21]


[21.] Âyet, mecazî olarak, Allah’ın insanlara gerçeği görebilme kabiliyet ve bunun için gerekli organları verdiğini, fakat inkârcıların bu organları kullanmayıp bu kabiliyeti yitirdiklerini, dolayısıyla gidecekleri yolu bulamayan körler gibi olduklarını ifade etmektedir.

67. Eğer dileseydik, onların mahiyet ve şekillerini değiştirir, kendilerini bulundukları yerde çivileyiverirdik de, ne bir adım ileri gidebilir (ve herhangi bir arzularını gerçekleştirebilir), ne de önceki hallerine (ve ayrıldıkları evlerine geri) dönebilirlerdi.

68. Kime uzun bir ömür verirsek, onun tabiatında da (kuvvetten sonra zaaf, bilgiden sonra cahillik, öğrendikten sonra unutkanlık ve bunama gibi) tersyüz olmalar meydana getirebiliriz. Halâ düşünüp akletmiyecekler mi?

69. Biz Rasûl’e şiir öğretmedik; kaldı ki bu, O’na yaraşmaz da.[22] Bir ders, irşad ve öğüt kitabıdır; maksatları belli, gerçeği açıklayan ve okunan bir Kitap (bir Kur’ân)dır O’na indirdiğimiz:


[22.] Kur’ân’ın şairler (ve şiirle) ilgili Şuarâ Sûresi/26: 224–227’de buyurdukları ve aynı sûrede not 43, 44’teki ilgili açıklamalara ek olarak, şiirin Allah Rasûlü’ne niye yaraşmadığı konusunda burada şunlar söylenebilir:


Kur’ân, bir hikmet ve hakikat kitabı olarak, şiirin en çok rastlanan bir unsuru olan hayallerden berîdir. Kur’ân, nazım değildir, çünkü mükemmel düzen ve sistemiyle birlikte o, bir açıdan kâinattaki güzelliklerin ve nizamın tercümanıdır; hattâ kâinatın sözle ifadesidir. Onun nazmın sınırlamalarından uzak olması, bütün bir metin içinde her bir âyetin diğerleriyle ve bütünle olan içten münasebetine katkıda bulunur. Öyle ki, her bir âyetin pek çok başka âyete bakan bir gözü, onlara dönük bir yüzü vardır.

Bu sebepledir ki, Kur’ân içinde binlerce Kur’ân vardır. İslâm’da her bir meşrep ve mezhep bu Kur’ânlardan birine tutunmuştur. Meselâ, altı âyeti bulunan İhlâs Sûresi’nin her bir âyeti diğerleri için hem bir sebep hem bir neticedir. Dolayısıyla bu sûreden 36 sûre çıkar (Bkn. İhlâs Sûresi/112, not 4.) Bu, şuna benzer ki, gökte her cismin, vücutta her hücre ve organın birbiriyle münasebeti bulunur ve bunlar arasında görünür–görünmez bağlar vardır. Dolayısıyla Kur’ân’ın sistemi buna göredir ve Kur’ân, şiir gibi beşer ürünü bir sistemin altına giremez. Ayrıca Kur’ân, bir fikri veya bir gerçeği daha iyi tasvir, daha iyi takdim adına beşer ürünü şiirde ve daha başka edebî eserlerde görülen cilalama ve yaldızlamalardan da berîdir.

70. Mânen canlı, (düşünüp akledebilen, gerçeği hem duyup hem görebilen) her kim varsa onu uyarsın, kâfirler hakkında ise deliller tamamlansın, İlâhî hüküm kesinleşsin diye.