BU BÖLÜMÜN BAŞLIKLARI

İSLÂM'DA TARİH KULLANILMAĞA BAŞLANMASI

ZAMAN KAVRAMI

Başlangıcından Sonuna Kadar Bütün Zaman (Dünyanın Ömrü)

Yaratmanın Başlangıcı ve İlk Yaratılan

Kalemden Sonra Yaratılan Şeyler


Gece ve Gündüzden Hangisinin Daha Önce Yaratıldığı

İBLÎS'İN KISSASI, İLK DURUMU VE HZ. ADEM (A.S.)'İ YOLDAN ÇIKARMASI

İblis ile İlgili Haberler ve Saltanatı Esnasında Cereyan Eden Hâdiseler

HZ. ÂDEM (A.S.)'İN YARATILMASI

Allah'ın Âdem (A.s.)'e Öğrettiği İsimler

Hz. Âdem (A.s.)'in Cennete Girmesi ve Buradan Çıkarılması

Âdem (A.S.)'İn Cennete Yerleştirildiği, Cennetten Çıkarıldığı Ve Tevbesiııin Kabul Olduğu Günün Hangi Gün Olduğu 16

Âdem (A.s.) ile Havva'nın Yeryüzünün Neresine İndirildikleri

Hz. Âdem'in Sulbünden Zürrîyetinm Çıkarılması ve Kendilerinden Söz Alınması

Hz. Âdem (A.s.)'in Zamanında Dünyada Meydana Gelen Hâdiseler

Hz. Şîs (Şît)'İn Doğumu

Hz. Âdem (A.s.)'iiı Vefatı

HZ. ÂDEM'İN OĞLU ŞÎS (A.S.)

Hz. Şîs (A.s.) ile Yerd'in Hükümranlıkları Sırasında Meydana Gelen Hadiseler

YERD

TAHMURIS'IN HÜKÜMDARLIĞI

HANÛH (HZ.İDRÎS) (A.S.)

CEMSID'İN HÜKÜMDARLIĞI

HZ. NÛH (A.S.)'UN ZAMANINDA MEYDANA GELEN HADİSELER

ARAPLARIN DAHHÂK ADINI VERDİKLERİ BÎVERESB (İZDİHAK)

HZ. NÛH (A.S.)'UN ZÜRRİYYETİ

EFRİDUN'UN HÜKÜMDARLIĞI

HZ. NÛH (A.S.) İLE İBRAHİM (A.S.) ARASINDAKİ ZAMAN İÇERİSİNDE MEYDANA GELEN HADİSELER

HZ. İBRAHİM (A.S.) VE ONUN ÇAĞINDAKİ ACEM ŞAHLARI

Hz. İbrahim (A.s.) ile Ona İman Edenlerin Hicreti

HZ. İSMAİL (A.S.)'İN DOĞMASI VE MEKKE'YE GÖTÜRÜLMESİ

MEKKE'DEKİ BEYTÜ'L-HARÂM (KA'BE)'IN İNŞASI

KURBAN ETME KISSASI

Kurban Edilecek Kişinin Hz. İshâk Olduğunu İleri Sürenler

Hz. İbrahim'e Oğlunu Kurban Etmekle Emderümesinin Sebebi ve Kurban Ediş Şekli

Allah (C.c.) Tarafından Hz. İbrahim'in İmtihan Edilmesi


EL-KÂMİL FİT -TÂRÎH TERCÜMESİ

İslâm âleminde tarihçilik Siyer ve Megâzi ile başlamıştır. Kur'ân ayet­lerinin tefsiri ve hadislerin açıklanması ve sıhhatini tesbit etmek için Hz. Muhammet! devrinin hâdiselerinin bilinmesine ihtiyaç hasıl oldu. Böylece Hz. Muhammed'in hayatı (Siyer) ve savaşları (Megâzi) hakkında kitaplar telif edilmeğe başlandı. Bunu yine dinî meselelerin halline yardım için Hulefâ-i râşidîn devri tarihinin yazılması takip etti.

Emevîler zamanında başlayan tarihçilik, Abbasîler devrinde büyük gelişmeler göstererek düıiya tarih edebiyatı arasındaki önemli yerini aldı. İlk önce yalnız Hz. Muhammed ve Hulefâ-i râşidîn devri ele alınırken, yine Kur'ân-ı Kerîm'in tefsiri üzerindeki çalışmalar, Arap dili ve edebiya­tım öğrenme ihtiyacını doğurdu. Cahiliye devri şiirini anlamak için cahi-liye devri tarihini bilmek icap ediyordu. Bu ihtiyaç İslâm öncesi Arap ta­rihînin araştırılması ve yazılması neticesini doğurmuştur.

Cahiliye devrinde Araplar'in dış dünya ile fazla temasları yoktu. Do-layısıyle Arabistan dışındaki devlet ve milletler hakkında bilgi sahibi de­ğillerdi. Fetihler ile birlikte müslümanlar dış dünyaya açıldılar ve çeşitli milletler ve kültürlerle karşılaştılar. Bu sayede kendi tarihleri yanında di­ğer milletlerin tarihini de araştırmağa başladılar. Böylece Abbasîler'in ilk devirlerinden itibaren umumî İslâm tarihleri yazılmağa başlandı. ,Bu tip tarihler kâinatın yaradılışı ile başlar, peygamberler tarihi ile devam eder, Cahiliye devri Arap tarihi ile diğer milletlerin tarihleri anlatılır ve Hz. Mu-hammed'den itibaren müellifin kendi devrine kadar devam eden İslâm ta­rihi ile son bulurdu. İslâm tarihçiliğinde bu tip eserlerin sayısı yüzleri aş­maktadır. Tercümesi takdim edilen İbııü'l-Esîr'in el-Kâmü fi't-târîh adlı meşhur eseri de umumî İslâm tarihi tarzında yazılmış olan tarihlerin en önemlilerinden birisidir.

İslâm kültür tarihinde mümtaz bir yeri olan Îbnü'1-Esîr kardeşler o tarihlerde "Cezîret İbn Ömer" adıyla bilinen bugünkü Cizre kasabasında doğmuşlardır. Babaları Ebu'l-Kerem Muhammed, çocuklarını iyi yetiştir­mek için Ceziret İbn Ömer'i terkederek Musul'a yerleşmiş ve Musul hü­kümdarı Kutbeddin Mevdûd b. Zengî'nin hizmetine girmiştir. Bir süre Medine divanının başında bulunan Ebu'l-Kerem Muhammedi daha sonra ti­caretle uğraşmağa başlamıştır.

Kardeşlerin en büyüğü olan Mecdedclîn, Hadis ilminde devrinin önem­li şahsiyetleri arasında yer almakta idi. Hadis sahasında Câmi'u' 1-usûl fi ehâdîsî'r-Resûl ve en-Nihaye fî garibi'l-hadîs adlı iki kitabı bulunmak­tadır. Kardeşlerin küçüğü. Ziyâeddin ise daha çok edebiyatla meşgul olu­yordu. el-Mesel es-sâir fî edebi'l-kâtib ve'ş-şâir adlı kitabı vardır. Kar­deşlerin ortancası ise elimizdeki kitabın yazarı İzzeddin'dir.

İbn el-Esîr Ebu'I-Hasan İzzeddin Aİi b. Ebi'l-Kerem Muhammed eş-Şeybanî el-Cezerî 4 Cemaziyelevvel 555 (13 Mayıs 1160) .tarihinde dün­yaya gelmiştir. Babası.ve kardeşleri ile birlikte Musul'a giderek burada Ebu'1-Fazl Abdullah b, Ahmed .el-Hatîb et-Tûsî'den ders görmüştür. Da­ha sonra Bağdad, Şam,. Haleb ve Kudüs'te çeşitli âlimlerin derslerine de­vam etti. Resmî vazife ile kısa süre için gittiği yerlerde tanınmış bir âlim bulduğu takdirde onun derslerine devam etmeyi ihmal etmiyordu. Öm­rünün son yıllarında Musul'da kalarak, eserlerini kaleme aldı. İbnü'1-Esîr 63D (1232) tarihinde Musul'da vefat etti ve orada defnedildi.

İbnü'1-Esîr İslâm tarihçileri içinde en çok eser yazanlar arasında yer almaktadır. Hemen bütün çalışmalarım İslâm ve Türk tarihine tahsis et­miştir.

Eserlerinin birincisi es-Sem'ânî'nin meşhur Kitâfau'I-eıısâb'mm muh­tasarı olan Kjtabu'1-bâb fî terkîbi'I-ensâb adlı kitabıdır. İkincisi sahabe­nin hal tercümelerini ihtiva eden Usdu'1-gâbe fî ma'rifeti's-sahâbe'dir. Mu­sul Atabegleri'nin tarihi olan Târîhu'd-devleti'I-Atabekîye İbnü'l- Esîr'in üçüncü eseridir. İbnü'l-Esîr'in en önemli ve büyük eseri el-Kâmil fi't tâ-rîb. adlı umumî İslâm tarihidir.

tbnü'l-Esîr'i ebedîleştiren el-Kâmil fi't-târîh hilkatten 628 (1230) yi-hmıi sonuna kadar cereyan eden olayları anlatır. El-Kâmil'in esas kaynağı Taberî'nin Târîhu'r-rusul ve'I-mülûk adlı meşhur tarihidir. İbnü'1-Esîr Ta-berfnin bu geniş hacimli eserini örnek almış ve aynı tarzda kendi tarihi­ni yazmıştır. Hilkatten 302 (914-915) yılma kadar olan kısmını Taberî'den almıştır. Ancak Taberî bir olayı anlatırken o olay hakkında toplayabildiği bütün rivayetleri olduğu gibi eserine almıştır. Îbnü'1-Esîr bu rivayetleri diğer kaynaklarla da karşılaştırarak tek bir rivayet halinde vermektedir. Diğer taraftan Taberî'nin bilgi vermediği olayları İbnü'l-Esîr'in verdiği bilgiler sayesinde öğreniyoruz. Meselâ Taberî Kuzey Afrika ve Endülüs olayları hakkında tek kelime bile yazmamıştır. Taberî'nin bu eksiğini İbnü'1-Esîr sağlam bilgilerle telâfi etmektedir.

İbnü'1-Esîr, Taberî'den sonraki devirleri çeşitli kaynaklara, sözlü ri~ XIV

vayetlere ve kendisinin müşahedelerine göre yazmıştır. Eserinin asıl Önem­li kısmı da bu ikinci kısmıdır.

İbnü'1-Esîr yalnız İslâm-Arap tarihinin değil Türk tarihinin de vaz geçilmez kaynağıdır. Eserinin son üç cildinin hemen tamamı Türk tarihi­ne tahsis edilmiştir. Gazneliler, Selçuklular, Haçlı Seferleri ve özellikle Musul Atabegleri hakkında verdiği geniş malûmat kaynak malzemesi ola­rak çok değerlidir.

İbnü'1-Esîr İslâm tarihçiliğinde önemli bir merhaledir. Kendisinden sonraki tarihçiler üzerindeki tesiri büyüktür ve hepsinin ilk müracaat et­tikleri kaynakların başında el-Kâmil gelmektedir. Bu tarihçilerin sonun­cusu olan Cevdet Paşa'nm Kısas-ı Enbiyâ'sında da el-Kâmil'in tesirini gör­mek mümkündür. Diğer taraftan İslâm tarihi üzerinde araştırma yapan tarihçilerin ilk müracaat ettikleri kaynakların başında el-Kâmil gelmek­tedir.

El-Kâmil fi't-târîlı'in meşhur müsteşriklerden C. J. Torcıberg tarafın­dan 1851-1876 yılları arasında ilk tenkitli neşri yapılmıştır. Bunu 1883 yı­lından itibaren Mısır'da yapılan baskıları takip etmiştir. Tornberg neşri­ne bazı küçük ilâveler yapılarak 1965 yılında Beyrut'ta yeniden basılmış­tır. El-Kâmil'in bazı bölümleri çeşitli Avrupa dillerine tercüme edilmiştir.

İbnü'l-Esîr'in bu büyük eserinin Türkçe'ye tercümesinin çok faydalı ve o nisbette de külfetli bir iş olduğu muhakkaktır. Bu sebepledir ki, şim­diye kadar buna teşebbüs eden olmamıştır. Ülkemizde İslâm tarihine kar­şı uyanan alâka yavaş yavaş İslâm tarihi kaynaklarının dilimize kazandı­rılmasına yardımcı olacaktır. Bu sahada ilk büyük teşebbüs BAHAR YA­YINEVİ tarafından başlatılmıştır. Temennimiz bu tip teşebbüslerin birbi­rini takip etmesidir. El-Kâmil'in tercümesinin tarihçiliğimize katkıda bu­lunacağı açıktır. Başta Bahar Yayınevi'nin sahibi Osman BAŞPEHLİVAN olmak üzere, bu büyük ve zor işi gerçekleştiren mütercimleri, redaksiyonu­nu yapan Prof. Dr. Mertol TULUM'u ve kitabın neşre hazırlanmasında emeği geçen TÜRKİYAT Matbaacılık mensuplarım tebrik etmek vazife­mizdir.

Prof. Dr. Hakkı Dursun YILDIZ [1]


Bismillahirrahmanirrahim



Kadîm olup varlığının başlangıcı bulunmayan, Dâim olup bakasınıır sonu ve Kerîm, olup cömertliğinin nihayeti olmayan, gerçek Mâlik olduğu için zatının hakikati akıllar ile kavranamayan, Kadir olup âlemdeki her şey kudretinin eseri olan, Mukaddes olduğu için sonradan olanlar kendisi­ne benzemeyen, kendisinden başkalarının kurtulamadığı değişmelerden münezzeh olan, bütün yaratıkları alçaltan ve yükselten, rızıklarmı bollaş-tıran ve daraltan, durumlarını sağlamlaştıran ve bozan, öldüren ve diril­ten, var eden ve yok eden, hidayete erdiren ve saptıran, yücelten ve zelil eden Allah (C.c.)'a kamdolsun.

O, mülkü dilediğine verir, dilediğinden de mülkü çeker geri alır. Di­lediğini yüceltir, dilediğini de alçaltır. Her türlü hayır elinde olup zarar ve menfeatı takdir etmek suretiyle her şeye gücü yeter. Geçmiş çağlarda­ki milletleri ve bozulan ümmetleri helak eden O'dur. Ne var ki, onların kendilerini korumak için yapmış oldukları sığmaklar onları helak olmak­tan kurtaramamıştır. Acaba şimdi : «Onlardan hiç birini görüyor veyahut onların gizli bir sesini olsun işitiyor musun?» (Meryem, 98). Netice olarak : «Yaratmak da emretmek de. O'na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah' in şanı ne kadar yücedir!» (A'râf, 54).

Lütfettiği nimetlerden ve insanlara bol miktarda bahşettiği rıziklar-dan dolayı tekrar Allah (C.c.)'a hamdeder, Arap ve Acem'in efendisi olup bütün ümmetlere peygamber olarak gönderilen Allah'ın elçisi Hz. Muham-med (S.a.)'e, hidayetin bayrakları, karanlıkların parlayan kandilleri olan O'ııun. âline ve eshâbma salât ve selâm ederim.

Eskiden beri içimde tarih kitaplarını okuyup içindekilerin! öğrenmek sevgisi, gizli ve açık tarihî hâdiselere muttali olma arzusu, bu kitapların sayfalan arasına terk edilmiş olan bilgi, kültür ve tecrübelerden faydalan­ma temayülü vardı. Ne yazık ki, bu kitaplar üzerinde biraz durunca onla­rın bu maksadı gerçekleştiremeyeceklerini, hattâ bu kitaplar yüzünden bil­gi cevherinin araza dönüşeceğine kanaat getirdim, öyle ki, bir kısım ta­rihçiler bütün rivayetleri araştırıp toplamak suretiyle hacimli eserler meydana getirirken, diğer bir kısım tarihçiler de alınması lüzumlu olan pek çok bilgileri terk edip muhtasar kitaplar kaleme almışlardır. Bununla be­raber bütün tarihçiler büyük hadiseleri ve meşhur olayları eserlerine al­mamışlar; bir çokları da: «Falan ihanete uğratıldı, falana ikram edildi, fi­yatlarda bir rıtülık artış yaptığı için, sâhibü'1-ayar görevinde bulunan fa­lan zimmî azledildi.» şeklinde bir takım alınmaması ve yazılmaması gere­ken küçük ve basit hadiselere yer vererek sayfalar karalamışlardır.

Ayrıca her tarihçi kendi zamanına kadar olan tarihî hadiseleri kale­me almış, kendilerinden sonra gelenler ise bunlara zeyiller yazarak bu ta­rihten sonra meydana gelen yeni hadiseleri bunlara ilâve etmişlerdir. Di­ğer taraftan Doğu tarihi ile meşgul olanlar, Batı'ya ait tarihî hadiseleri eserlerine almamışlar; Batı tarihi ile iştigal edenler de Doğu'ya ait tari­hî haberleri kitaplarına almayı ihmal etmişlerdir [2] Bu durum karşısın­da tarihî bilgilere merakı olan birisi, kendi zamanına kadar olan tarihî ha­diseleri bir insicam ve bütünlük içerisinde öğrenmek istediği zaman, muh­tevalar ındaki noksanlık ve bıktırıcılık bir yana, çeşitli tarih kitaplarını ve bir çok ciltleri okumak mecburiyetinde kalmaktadır.

Nihayet ben bu işin usulsüzlüğünü görünce, Öğrendiklerimi unutmak­tan kurtarmak ve icabında baş vuracağım bir eser elde etmek için Doğu ile Batı ve bu ikisi arasındaki ülkelerde yaşayan ve saltanat süren, gelmiş geçmiş bütün hükümdarların haberlerini ihtiva eden bir tarih kitabı yaz­mağa başladım ve bu kitabımda, kâinatın yaratılışından itibaren içinde bu­lunduğum zamana kadar cereyan eden hadise ve vakıaları peşpeşe ve bir sıraya göre almayı kararlaştırdım.

Bu arada şunu ifade edeyim ki, ben bu kitabıma tarih, ile ilgili bütün hadiseleri aldığımı söyleyemem; çünkü Musul'da bulunan {Müellif kendi­sini kasdediyor) bir kimseye elbette Doğu ve Batı'mn en son sınırında ce­reyan eden hadiseler ondan uzak kalacaktır. Bununla beraber bu kitabım­da hiç bir tarihçinin kitabında toplanmayan bilgileri topladığımı söyleye­bilirim. Bu kitabımın üzerinde biraz düşünen kimse söylemiş olduğum bu sözün doğruluğunu hemen anlar.

Ben önce, ihtilâf hâlinde kendisine baş vurulan, bütün tarihçilerce iti­mada lâyık görülen İmain Ebû Ca'fer et-Taberî'nin büyük tarih kitabı (Tâ-rîhu't-Taberî) ile işe başladım. Aynı zamanda bu kitapta bulunan bütün bab başlıklarını hiç birini atlamadan kitabıma aldım, Ebû Ca'fer et-Taberî kitabına aldığı hadiselerin pek çoğunda muhtelif rivayetler zikretmiştir. Halbuki onun zikrettiği bu rivayetlerden her biri ya bir önceki rivayetin aynısını veyahut çok cüz'î bir farkını teşkil etmektedir. Ayrıca o böyle yapmakla çok az bir şey ilâve etmekte veya eksiltmektedir. İşte bu yüz­den ben, bu rivayetlerin en tamamını alıp kitabımda naklettim ve bu riva­yetlere onun kitabında bulunmayan diğer rivayetleri ilâve ettim; ayrıca her şeyi yerlerine koymaya çalıştım. Neticede ilerde göreceğiniz üzere, belli bir hadise hakkında zikredilenlerin hepsi farklı kanallardan rivayet edilmekle birlikte tek bir siyak oluşturmuş oldu.

Taberî Tarihi'ni böylece tetkik ettikten sonra diğer meşhur tarih ki­taplarına geçtim ve bunları gözden geçirip okudum. Bu arada Taberî Tari-hi'nde bulunmayan, fakat ondan yapmış olduğum nakillere bu kitaplardan da bilgiler ilave ettim. Ayrıca bu 'kitaplardan aldığım bütün bilgileri uy­gun olan yerlerine koydum. Diğer taraftan Hz. Peygamber (S.a.)'in eshabı arasında cereyan eden hadiseler ile ilgili hususlarda Ebû Ca'fer et-Taberî' nin naklettiklerine her hangi bir ilâvede bulunmadım. Ancak bir insan adı veya açıklanmasına ihtiyaç duyulan ve yahut da tarihçilerce naklinde ten-" kit bahis konusu olmayan hususlarda ilâveler yaptım. Ayrıca ben, tarihçi­ler arasından doğruluk, sağlam inanç ve külliyetli bilgi bakımından ger­çekten metin bir imam olan Ebû Ca'fer et-Taberî'ye itimat ettim.

Bu arada şunu da ifade edeyim ki, ben, zikri geçen tarihlerden (Müel­lif bu tarihleri açıkça zikretmenıiştir) ve meşhur kitaplardan sadece yapmış oldukları nakillerde doğrulukları ve tedvin ettikleri şeylerde sağlamlıkları bilinenlerden nakillerde bulundum. Bu nakilleri yaparken de karanlık ge­celerdeki körün yürüyüşü, çakıl taşlarıyla inci tanelerini bir araya topla­yanın davranışı gibi hareket etmedim.

Diğer taraftan tarihçilerin bir tek hadiseyi çeşitli yıllar içerisinde zikr­ettiklerini ve her ay bu hadise ile ilgili bir takım şeylerden bahsettiklerini, neticede bu hadisenin bütünlüğünü kaybedip parçalandığını, dolayısıyla bu hadiseden hiç bir maksada ulaşılmadığım, hattâ derinlemesine düşünme­dikçe hiç bir şey anlaşılmadığını gördüm. İşte bunun için ben, tek hadiseyi bir yerde topladım, ve bu hadise ile ilgili her şeyi hangi ay ve yılda olursa olsun burada zikrettim. Böylece bir tek hadise belli bir sıra ve insicam içe­risinde peşpeşe anlatılmış oldu.

Her yılın büyük ve meşhur hadiselerini hususî başlıklar altında, hu­susî başlıklar altında toplanması mümkün olmayan küçük hadiseleri ise her yılın sonuna eklediğim «Bu Yılın Diğer Olayları» adını taşıyan tek baş­lık altında topladım. Bu arada ülkelerin belli bir kesiminde ortaya çıkıp hüküm süren, fakat dönemi uzun sürmeyen birinden bahsettiğim zaman, onunla ilgili haberlerin çeşitli yerlere serpiştirilmesi hâlinde onun fazla tanınmaması sebebiyle onunla ilgili bu haberlerin bilinemeyeceğini düşü­nerek, baştan sona kadar onunla alâkalı bütün hadise ve haberleri ilk defa ortaya çıkışını zikrettiğim bahiste anlattım.

Ayrıca her yılın sonunda meşhur âlimlerden, fazilet sahibi kimseler­den ve ileri gelen Ünlülerden o yıl içerisinde vefat etmiş olanları da zikr­ettim. Diğer taraftan kitabımda, yazılışı birbirine benzeyen, fakat telaffuz­da farklı olan isimlerin yanlış okunmalarım Önlemek, ayrıca nokta ve ha­reke koymak külfetinden kurtulmak için bu isimlerin okunuş şekillerini hareke ve harflerini yazı ile tesbit ederek anlattım.

Bu kitabımla ilgili pek çok malzemeyi toplandıktan sonra., peşpeşe ge­len hadiseler ve birbirini takip eden engeller yüzünden, ayrıca tarih ko­nusundaki bilgimin tamamlanıp mükemmelleşmesi bakımından kitabımı uzun süre askıya aldım.

Ancak kendileriyle görüşüp konuşmayı en son isteklerim arasında say­dığım, gece sohbetlerinde ve düşüp kalkma hususunda kendilerini en iyi örnek addettiğim bir grup din kardeşimle bilgi ve fazilet sahibi dostlarım yazdıklarımı rivayet etmeleri için benden bunları dinlemek istediler. Ben kitabımı bitirmediğimi ileri sürüp bunu yerine getiremeyeceğimi ifade ede­rek mazeret beyan ettim; çünkü o sırada ben, kitabın müsveddesine tekrar göz atmamış, düzeltmek istediğim hataları düzeltmemiş ve çıkarılıp atıl­ması gerekenleri de kitaptan çıkarıp atmamıştım. Onlar ise isteklerini sür­dürüyorlar, isteklerinde İsrar ediyorlar ve bundan bir türlü vaz geçmiyor­lardı. Nihayet eserin tamamlanmasından ve düzeltilmesinden, hattâ lü­zumlu olan kısımların bırakılıp, atılması gerekli olan kısımların çıkarılıp atılmasından önce bunu benden dinlemeğe başladılar. Halbuki gerektiği şekilde meşgul olup bu eseri tamamlamak için, yardımcı ve destekleyici bi­rinin bulunmaması, peşpeşe gelen üzüntüler ve birbirini takip eden musi­betler yüzünden azmim gevşemiş ve aczim ortaya çıkmıştı. Bu sırada ise ihmal ve fütura tutulmuştum, bir türlü «hedefime doğru savaş gemisi gibi yol alırım» diyemiyordum.

Durum böyle iken, kendisine itaat etmem farz ve vacip emrine uy­mam gerekli ve lâzım olan, üzerlerine yönelmesiyle faziletlerin saklandığı, kendilerinden yüz çevirmesİyle'cehalet ruhlarının gizlendiği bir şahsiyet olan, güzel ahlâk ve beğenilen hareketleri yok olmuş iken tekrar dirilten, bunlar parçalanıp çürümüş iken tekrar yeni bir şekilde iade eden, adalet ve ihsanını halkına yayan, ikram ve ihsanı tebeasını kuşatan, cihanda ada­leti ihya eden, İslâm'ın ve müslümanlarm rüknü olan, Melikü'r-rahîrn la­kabıyla tanınan, Allah'ın zafer, destek ve yardımına mazhar olup alini bir zat olan efendimiz Bedrüddin {Lü'lü b. Abdullah)'in [3] -Allah (C.c.) dev­letini ebedî kılsın!- bir buyruğu geldi.

İşte bu anda üzerimden ihmal kaftanını ve tembellik elbisesini çıka­rıp attım. Ayrıca divitimi hazırlayıp kalemimi düzelttim ve kendime: «Ça­lışmak ve derlenip toparlanmak zamanı gelmiştir; haydi bir an evvel to­parlan!» dedim.

Ayrıca boş zamanı kendim için en mühim fırsat saydım ve sür'atle bu eseri tamamlamağa başladım. Zâten Allah (C.c.) bir şeyin olmasını istediği zaman önce onun sebebini hazırlar. Burada hayret edilecek bir şey varsa o da yarış atlarından sonuncusunun bile müsabakayı kazanmak istemesidir. Ben kendimi (tenkit) oklarına hedef yaptım, beni yerip kınayanların söz­lerine karşı ise kendimi ortaya attım. Çünkü me'hazlar (temel kaynak eserler) özleşnıiş tasnif şekillerine ulaştığı ve hataların düzeltilmesi ve ek­siklerin tamamlanması mahiyetindeki ilâve kısımlar te'lif ve tashih yoluy­la güzelleştirilip tekrar gözden geçirilerek tertipli bir mecmua haline ge­tirildiği zaman bu tenkitlerin diğer eserlere yöneltilmesi daha uygun olur. Bununla beraber tenkitlerin bu esere de yöneltilmesi uygun düşer, çünkü hen kusurumu ikrar edip itiraf ediyorum ve eserimdeki yanlışların yazım sırasında ortaya çıkmış hatalar olduğunu söylemiyorum. Hattâ bilmedik­lerimin bildiklerimden daha çok olduğunu da İtiraf ediyorum. Eserime ma­nasına uygun olarak, «el-Kâmil fi't-tarîh» adını verdini.

Bilgi ve dirayet iddiasında bulunan ve kendilerini ilim ve rivayette engin denizler gibi derinleşmiş zanneden nice âlimler gördüm. Bunlar ta­rihle meşgul olmanın nihaî faydasının, kısaca ve haberler öğrenmek, tarih bilgisinin nihaî maksadının da gece sohbetlerinde ve diğer yerlerde bun­ları anlatmaktan ibaret olduğunu zannederek tarihle meşgul olmayı ha­kir görüp hor gözle bakmağa başladılar; ayrıca tarih ilminden yüz çevirip onu boş bir şey saydılar.

İşte onların bu durumu, bakışını İşin özüne değil de sadece dış görü­nüşe çeviren ve cevheri boncuk olan kimsenin hâline benzer.

Allah'ın, kendisine selim bir tabiat verip doğru yolu gösterdiği kim­se, tarihle meşgul olmanın pek çok faydaları olduğunu, hatta dünyevî ve ulırevî bir çok menfaatlarınm bulunduğunu gayet kolaylıkla ahlar. Biz burada tarihin faydaları hakkında aklımıza gelen bazı şeyleri söyleyece­ğiz, geri kalan kısımlarını ise eserimizi görüp okuyacak olanın karihasına bırakıyoruz.

Tarihle meşgul olmanın sağladığı bazı dünyevî faydalar şunlardır :

1- Apaçık bir gerçektir ki, insan ölümsüzlüğü sever ve yaşayanlar halkasında bulunmayı tercih eder. İnsanın dünkü gördüğü veya işittikle-riyle geçmiş milletlerin haber ve hadiselerini ihtiva eden kitapları oku­ması arasındaki farkı keşke bir bilmiş olsaydım! Tarih kitaplarını okuyan bir kimse geçmiş çağların insanlarıyla aynı asırda bulunmuş gibi olur; bu kitaplardaki hadise ve haberleri öğrenen kişi de bu insanlarla karşılaşmış gibi olur ve kendisini onların arasında bulur.

2- Hükümdarlar, ellerinde emretme ve menetme yetkisi bulunan idareciler, tarih kitaplarının muhtevalarına vakıf oldukları zaman, zalim­lerin ve gaddarların gidişat ve hareketlerini, bu hareketlerin tarih kitap­larına geçirilerek halkın bunları birbirlerine aktardıklarını, sonrakilerin öncekilerden rivayet yoluyla bunları birbirlerine naklettiklerini onların bu hareketlerinin gerilerinde kötü bir isim ve halkın dillerinde kötü bir anı bıraktıklarını, ülke ve memleketleri nasıl harabeye çevirdiklerini, Allah' m kullarını helak edip mahvettiklerini, halkın mallarını telef edip onların durumlarını bozduklarını öğrenirler ve böylece onların bu davranışlarını çirkin görerek bu şekilde hareket etmekten vaz geçerler ve bu hareketler­den uzak kalırlar.

Diğer taraftan yine onlar, âdil idarecilerin güzel hareketlerini, kendi­lerinden sonra gerilerinde güzel anılar bıraktıklarını, ülke ve memleket­lerinin mamurluklarını, mallarının çoğaldığını öğrenirler ve böylece onla­rın bu hareketlerini beğenirler, böyle yapmaya Özenirler ve bu uğurda gay­ret gösterirler; ayrıca buna ters düşen davranışları da bırakırlar.

Bundan başka onlar tarih okumakla, düşmanların verecekleri zararları bertaraf edecek isabetli görüşleri de öğrenirler ve bu sayede kendilerini tehlikelerden kurtarırlar, kıymetli şehirleri ve büyük memleketleri de ko­rumuş olurlar. Eğer tarih okumanın bunlardan başka fayları olmasaydı, bunlar bile iftihar etmeye yeter ve artardı.

3- İnsan tarih okumakla tecrübeler kazanır, bir takım hadiseleri öğ­renir ve bunların neticelerini kolayca kestirebilir; çünkü dünyada vukua gelmiş hiç bir hadise yoktur ki, onun aynı veya bir benzeri meydana gel­memiş bulunsun. İşte kişinin bunlar vasıtasıyla aklı gelişir ve lider olmağa ehliyet kazanır. Manzum olarak birinin söylediği şu söz ne kadar güzeldir; «Gördüm ki insanda iki türlü akıl vardır : Doğuştan olan ve sonradan kazanılan akıl.

Doğuştan olan akıl insanda yoksa, Sonradan kazanılan bir aklın faydası olmaz.

Perdelenen gözler bir şey görmeyince, Güneş aydınlığının ona faydası olmaz.»

Bu manzumeyi söyleyen kimse, «doğuştan olan akıl» ile Allah'ın in­san için yaratmış olduğu tabiî aklı, «sonradan kazanılan akıl» ile de tabiî aklın tecrübe kazanmış şeklini kasdetmiştir. Ayrıca bu kimse sonradan kazanılan aklın değerini büyüterek onu ikinci derecede akıl saymıştır. Yoksa sonradan kazanılan akıl, tabiî aklın tecrübe ile artış kazanmış şek­linden başka bir şey değildir.

4- İnsan sahip olduğu tarih kültürüyle çeşitli meclis ve ihtifallerde bir şeyler anlatmak, nadir ve güzel şeyler nakletmekle bir güzellik kaza­nır; hattâ bütün yüzler kendisine çevrilir, kulaklar dikkatle kendisini din­ler ve kalpler onun anlattıklarını hoşlanarak inceden inceye düşünmeye başlar.

Tarih ile meşgul olmanın sağladığı uhrevî faydalardan bazıları ise şunlardır :

1- Akıllı ve zeki kimse tarih kitaplarını okuyup üzerinde düşününce, ayrıca dünyanın durmadan kendi ehliyle değiştiğini ve musibetlerinin ken­disinde mukim olan kişilerin başına döküldüğünü, dünyanın hem onların canlarını ve hem de mallarım ellerinden çekip aldığını, küçüklerini ve bü­yüklerini yok ettiğini, şerefli ve şerefsiz hiçbir kimseyi hayatta bırakma­dığını, zorluk ve sıkıntılarından zengin ve fakirin kurtulmadığını görünce, dünyadan el çeker, ondan yüz çevirir, ahiret için hazırlığa yönelir, bu sa­yılanların hiç birinin bulunmadığı ve sâkinlerinin bu noksanlardan uzak ve arınmış olduğu bir yurda (cennete) rağbet eder. Belki birisi çıkıp: «Biz tarih okuyan ve tarihî hadiselere bakan hiç bir kimsenin dünyadan el çe­kip âhirete yöneldiğini ve ahiretin yüksek derecelerine rağbet ettiğini gör­müyoruz.» diyebilir. Ah keşke bilseydim! Bu sözü söyleyen kişi, vaaz ve öğütlerin efendisi, sözlerin en fasihi olan Kur'an-ı Kerim'i okuyan, bunun­la birlikte az da olsa dünya metamdan bir şeyler peşinde olan nice kimse­ler görmüştür; çünkü kalpler dünya sevgisiyle doludurlar.

2- Tarih okuyan kişi, bu sayede ahlâkın güzelliklerinden olan sabır ve dayanıklılığı (teselli bulmayı) huy hâline getirir; çünkü akıllı kişi üs­tün bir peygamberin ve büyük bir hükümdarın, hattâ hiç bir beşerin dünyanın musibetlerinden kurtulmadığım görünce onların basma gelen felâ­ket ve musibetlerin kendi başına geleceğini de bilir. Bir şiirde Meâien şöy­le denilir: «Ben Gâziyye'denim; eğer o azgınlık edip taşkınlık yaparsa ben de taşkınlık yaparım. Eğer o doğru yolda olursa ben de doğru yolda olu­rum.»

Kur'ân-ı Kerîm'de zikredilen kıssalar bu hikmete dayanmaktadır. Bir âyette: «Şüphesiz bunda aklı olan, yahut kalp huzuru içinde kulak veren kimseler için elbette bir öğüt vardır.» (Kâf, 37) buyurulur.

Eğer bu sözü söyleyen kişi, Kur'an'da zikredilen kıssalardan Allah'ın bunlarla hikâye ve gece sohbetlerinde anlatılan şeyleri murad ettiğini sa­nıyorsa, o: «Bu âyetler O'nun başkasına yazdırıp da kendisine sabah-ak-şam okunmakta olan evvelkilere âit masallardır.» (Furkân, 5) diyen sapık­ların sözlerine sarılmış olur.

Allah (C.c.)'tan bize anlayışlı bir kalp, doğruyu söyleyen bir dil ver­mesini, söz ve hareketlerimizde doğruya muvaffak kılmasını isteriz. O, bize kâfidir, ne güzel Vekil'dir.[4]


İSLÂM'DA TARİH KULLANILMAĞA BAŞLANMASI [5]



Rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (S.a.) Medine'ye hicret ettiği gaman yazılarda tarih kullanılmasını emretmiştir. Fakat doğru ve meşhur olan görüşe göre tarih kullanılmasını emreden Hz. Ömer (R.a.)'dir.

Şa'bî'nin anlattığına göre bu şöyle olmuştur :

Ebû Mûsâ el-Eş'arî (R.a.) Hz. Ömer'e bir mektup göndererek: «Sizden bize mektuplar gelmekte, fakat üzerlerinde tarih bulunmamaktadır.» de­miştir. İşte bunun üzerine Hz. Ömer istişare maksadıyla sahabeleri bir ara­ya toplamıştır. Onlardan birisi tarih başlangıcı olarak Hz. Peygamber (S.a.)! in peygamber oluşunun, bir diğeri de Rasûlüllah (S.a.)'m hicretinin esas alınmasını ileri sürmüştür. Bunun üzerine Hz. Ömer (R.a.): «Rasûlüllah'm hicreti hak İle bâtılın arasanı ayırmıştır. Bunun için O'nun hicretini tarih başlangıcı olarak kabul ediyoruz.» buyurmuşlardır.

Meymûn b. Mihrân'm anlattığına göre, Hz. Ömer'in eline üzerinde Şaban ayı yazılı olan bir mahkeme hücceti verilmiş, bunun üzerine o: «Bu hangi Şaban ayıdır? Gelecek Şaban ayı mı, yoksa içerisinde bulunduğu­muz Şaban ayı mı?» diye sorduktan sonra yanında bulunan sahabelere dö­nerek: «Çevrenizdeki insanlara anlayabilecekleri bir tarih başlangıcı ta­yin edin.» buyurmuşlardır. Hz. Ömer'in bu sözü üzerine sahabelerden bi-risi, tarih konulmasına Zülkarneyn'in döneminden başlatan (Bizanslılar)'m kullandığı bu tarihten başlatılmasını teklif etmiş, fakat Hz. Ömer; «Bu bi­zim için uzun sayılır.» diyerek reddetmiştir. Aynı sahabe bu defa, İranlı­ların tarihinin kullanılmasını teklif etmiş, ancak İran şahlarından her bi­rinin tahta çıkarken kendi tahta çıkışını tarih başlangıcı saydığı ve kendin­den öncekilerin başlattığı tarihi kaldırdığı ileri sürülerek, onun bu teklifi yine kabul edilmemiştir. Neticede istişareye katılanlar Hz. Peygamber (S.a.)'in Medine'de ne kadar kaldığını hesapladılar ve on sene kaldığını tesbit ettiler. Bunun üzerine Rasûlüllah (S.a.)'m hicretini tarih başlangıcı olarak kabul ettiler.

Muhammed b. Şîrîn anlatıyor :

Adamın birisi Hz. Ömer'in huzurunda ayağa kalkarak: «Bir tarih baş­langıcı tayin edin.» demesi üzerine Hz. Ömer ona: «Hangi tarihi kabul ede­lim?» diye sormuş, o da: «Acemlerin yaptığı gibi falan yılın falan ayı şek­linde olabilir.» demiş, Hz. Ömer: «Çok güzel, bu şekilde bir tarih başlatı­nız.» buyurmuşlar ve ittifakla hicreti tarih başlangıcı olarak kabul etmiş­lerdir. Sonra onlar, hicret yılının hangi aydan baştılacağı hususunda deği­şik görüşler ortaya atmışlardır. Önce Ramazan ayından başlatılmasını ileri sürmüşler, fakat sonra hacıların dönüş ayı, aynı zamanda haram ayı olan Muharrem'den başlatılmasını kabul etmişler ve ittifakla bu ayın hicretin birinci ayı olmasını kararlaştırmışlardır.

Sa'îd b. el-Müseyyeb'in anlattığına göre, Hz. Ömer (R.a.) sahabeleri bir araya toplayarak onlara: «Yazılarımız için tarihi hangi günden başla­talım?» diye sormuş, bunun üzerine Hz. Ali (R.a.}: «Rasûlüllah (S.a.)'m hicretinden ve müşriklerin diyarını terkettiği günden başlatalım.» buyur­muştur. Hz. Ömer, onun bu teklifini kabul ederek hicreti tarih başlangıcı olarak kabul etmiştir.

Arar b. Dinar'ın anlattığına göre, Yemen'de bulunduğu sırada yazıla­rına ilk defa tarih koyan kişi Ya'lâ b. Ümeyye'dir.

İslâmiyetten önceki dönemlerde, Hz. İbrahim (A.s.)'in oğulları İbrahim (A.s.) ile oğlu İsmail (A.s.)'hı Ka'be'yi bina etmesine kadar Hz. İbrahim'in ateşe atıldığı zamanı tarih başlangıcı kabul etmişlerdir. Sonra Hz. İsmail' in oğulları, birbirlerinden ayrılıncaya kadarki dönemde Ka'be'nin inşa edi­lip kurulmasını tarih başlangıcı olarak kararlaştırmışlardır. Böylece Tilıâ-me'den çıkan her kavim, çıktıkları tarihi kendileri için tarih başlangıcı say­mışlar; hatta Hz. İsmail'in oğullarından olup da Tihâme'de kalan ve Zeyd-oğulları'ndan olan Sa'd, Nehd ve Cülıeyne Tihânıe'den çıkışlarını Ka'b b. Lü'ey'in ölümüne kadar kendileri için tarih başlangıcı kabul etmişlerdir.

Bundan sonra onlar Fîl vak'asma kadar Ka'b b. Lü'ey'in ölümünü tarih baş­langıcı olarak kullanmışlardır. Daha sonra Hz. Ömer (R.a.)'in hicreti tarih başlangıcı olarak kararlaştırmasına kadar Fîl vak'ası tarih başlangıcı ola­rak devam etmiştir. Hz. Ömer'in hicreti tarih başlangıcı kabul etmesi ise hicrî on yedi veya on sekiz yılında olmuştur.

Diğer taraftan her Arap kabilesi, üzerinde ittifak ettikleri bir tarih baş­langıcı bulunmadığı için meşhur hadiseleri kendilerine tarih başlangıcı seçmişlerdir.

Meselâ onlardan bir şair :

«Dikkat et, ben ölümsüzlüğü arzu ediyorum; aklım ise doğum zama­nım olan Hucr'un dönemini kavramaktadır.»

mealinde söylediği bir beyitle doğum tarihinin İmru'ü'l-Kays'm babası Hucr'un dönemine rastladığını dile getirmiştir.

Nâbiğa el-Ca'dî:

«Kim beni sorarsa, bilsin ki ben Hunân günlerinde (yâni Münzir b. Mâüssemâ'nm dönemindeki salgın deve hastalığı zamanında) yaşamış gençlerdenim.»

mealinde söylediği bir beyitle kendi tarihini aralarında hüküm süren sal­gın hastalık hadisesinin zamanı ile anlatmıştır.

Bir başka şâir de :

«O, İbn Hemmâm'm Has'anı kabilesi üzerine yaptığı baskın sırasında bir bürümcük ve kundak içerisinde bulunuyordu.» mealindeki beytiyle bahsettiği kişinin tarihini bu hadise ile vermiştir.

Hulâsa her Arap kabilesi kendince meşhur olan bir hadiseyi tarih başlangıcı kabul etmiştir. Eğer onların, üzerinde ittifak ettikleri bir tarih başlangıcı bulunsaydı, tarih konusunda ihtilaflı hareket etmemiş olacaklar­dı. Doğrusunu ise en iyi Allah "bilir. [6]


ZAMAN KAVRAMI



Zaman, gece ve gündüzün saatlerinden ibarettir. Bazen kısa ve uzun süren müddete de zaman denilir. Araplar: «Sana meyvelerin toplandığı za­man geldim.» derler. Bununla meyvelerin derildiği vakti kasdederler. Yi­ne onlar zaman kelimesini çoğul kalıbına sokarak (ezmân şeklinde): «Sa­na Emir Haccâc'm emirlik zamanlarında geldim.».derler. Bununla da onun emirlik vakitlerinden her bir vakti, zamanlardan bir zaman telakki eder­ler. [7]


Başlangıcından Sonuna Kadar Bütün Zaman (Dünyanın Ömrü)



Bu hususta alimler farklı görüşler beyan etmişlerdir. Sa'îd b. Cübeyr in Ibn Abbâs (R.a.)'tan rivayetine göre o, bütün zamanın (dünyanın ömrü­nün) yedi bin yıl olduğunu söylemiştir.

Vehb b. Münebbin ise, dünyanın ömrünün altı bin yıl olduğunu ileri sürmüştür.

Ebû Ca'fer et-Taberî diyor ki : Bunların arasından doğru olan ve sıh­hatine delâlet eden İbn Ömer (R.a.)'in Hz. Peygamber'den rivayet ettiği şu hadistir : Rasûlüllah (S.a.) şöyle buyurur : «Sizden önceki milletlerin ömürlerine nisbetle sizin ömrünüzün müddeti, ikindi namazı ile güneşin batması arasındaki zaman kadardır.»

Enes (R.a.) ile Ebû Sa'îd (R.a.) bu manada bir hadis rivayet etmişler, fakat Rasûlüllah'm «ikindi namazı» yerine «ikindiden sonra» şeklinde bir ifade kullandığını söylemişlerdir.

Ebû Hüreyre (R.a.)'nhı rivayet ettiği bir hadiste Rasûlüllah (S.a.): «Şe-hâdet ve orta parmaklarını yanyaııa getirip İşaret ederek, ben kıyamete şu kadar bir zaman kala peygamber olarak gönderildim.» buyurdular.

Câbir b. Semura, Enes, Sehl b. Sa'd, Büreyde, Müstevrid b. Şeddâd ve Ensardan bir grup büyük zat bu manada Hz. Peygamber (S.a.)'den hadis rivayet etmişlerdir. İşte bunlar sahih olarak kabul edilen haberler (ha­disler) di r.

Ebû Ca'fer'in ifadesine göre, Yahudiler ellerinde bulunan Tevrat'a dayanarak Hz. Âdem (A.s.)'in yaratılmasından Hz. Peygamber (S.a.Vin hic­retine kadar geçen sürenin dört bin altı yüz kırk iki sene olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Hıristiyan olan Yunanlılar ise Hz. Âdem'in yaratılmasından hicrete kadar geçen sürenin beş bin dokuz yüz doksan iki yıl bir ay olduğunu söy­lerler.

Yine Hıristiyanlara göre, Yahudiler Tevrat'ta vasıfları ve ne vakit peygamber olacağı yazılı olan Hz. îsa (A.s.)'mn peygamberliğini inkâr et­mek için kendi tarihleri ile Hıristiyanların tarihi arasındaki yılları eksilt­tiler ve Hz. îsa'nm peygamber olarak gönderileceğine dair Tevrat'ta belir­lenen vaktin henüz gelmediğini ileri sürerek, kendilerinin onun peygam­ber olarak gönderileceği vakit beklediklerini söylediler.

Ebû Ca'fer et-Taberî diyor ki : Bana göre onların zuhurunu bekledik­leri ve Tevrat'ta evsafı bildirilen şahıs îsa (A.s.) değil, Deccal'dir.

Mecûsîler (ateşperestler) İse, Keyûmers (Geyûmers) 'in hükümdarlığın­dan hicrete kadar geçen sürenin üç bin yüz otuz dokuz yıl olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bununla birlikte Mecûsîler, Keyûmers'ten öte bir şey zikr­etmezler ve onun Adem (A.s.) olduğunu iddia ederler.

Ebû Ca'fer et-Taberî'nin ifadesine göre, Keyûmers hakkında, geçmi­şe ait haberler konusunda bilgi sahibi olan kimseler farklı görüşler ortaya atmışlardır. Bunlardan bir kısmı Mecûsîlerin yukarıda geçen görüşünü ka­bul etmiştir, diğer bir kısmı da, Keyûmers'in yedi iklime sahip olduktan sonra Âdem adını aldığını, aslında onun Âdem değil, Hâm b. Yâfes b. Nûh (doğrusu Hâm değil, Gâmir'dır) olduğunu, Hz. Nûh (A.s.)'a iyilik edip ita­atte bulunduğu için Nûh (A.s.)'un kendisine ve zürriyetine ülkelere sahip .olması, mülkünün kesiksiz bir surette devam etmesi ve uzun ömürlü ol­ması yolunda duada bulunduğunu ve Nûh (A.s.)'un duasının kabul edildi­ğini, dolayısıyla Keyûmers'in ve neslinin Farslara hükümdar olduğunu, bu saltanat ve mülklerinin Müslümanların Medâin'e girip mülk ve saltanatla­rını ellerinden alıncaya kadar devam ettiğini söylemişlerdir. Bunlardan başka Keyûmers hakkında daha farklı görüşler ileri sürenler de vardır.

Bu açıklamalardan sonra Ebû Ca'fer et-Taberî, bir takım başlıklar al­tında zaman ve vakitlerin hadis (sonradan) olduğu, Allah (C.c.)'m zamanı yaratmazdan önce bir şey yaratıp yaratmadığı, âlemin fani olup sadece Al­lah'ın baki olduğu ve her şeyi yaratanın O olduğu konularını zikretmiş ve bu hususlarda bahsi burada uzun kaçan bir çok deliller serdetmiştir. Hal­buki bunların yeri, Özellikle muhtasar olanları göz önüne alınacak olursa tarih kitapları değildir. Bunların bahsedileceği yerler usul ilimlerine (ke­lâm ve akaide) ait olan kitaplardır. Kelâm alimleri (mütekellimîn), bu ko­nuları kitaplarında oldukça güzel anlatmışlardır. İşte bundan dolayı bu konuları kitabımıza almamayı daha uygun gördük. [8]


Yaratmanın Başlangıcı ve İlk Yaratılan



Ubâde b. Sâmit'in rivayet ettiği sahih bir haber (hadîs)de Hz. Peygam­ber (S.a.) şöyle buyurmuştur : «Allah (C.c.)'ın ilk yarattığı şey kalemdir. Allah, kaleme «Yaz» dedi, o da olup bitecek her şeyi yazdı.» İbn Abbâs (R.a.)'tan da bu manada bir hadis rivayet edilmiştir.

Muhammed b. İshâk ise bu hususta şunları söylüyor : «Allah'ın ilk ya­rattığı şey, aydınlıkla karanlıktır. Allah, karanlığı simsiyah bir gece, ay­dınlığı ise parlak ve bembeyaz bir gündüz yaptı. «Fakat hadîse dayanan bi­rinci görüş daha doğrudur. İbn İshâk ise bu sözünü bir senede dayanma­dan söylemiştir.

Ebû Ca'fer et-Taberî, Süfyân'm Ebû Hâşim vasıtasıyla İbn Abbâs (R.a.)'tan : «Allah hiç bir şeyi yaratmadan önce Arşının üzerindeydi. Al­lah'ın ilk yarattığı şey kalemdir. Kalem, kıyamete kadar olup bitenleri yaz­mıştır.» tarzındaki rivayetine kendi kendine itiraz ediyor ve şöyle cevap veriyor : «Eğer bu hadis sahih ise, Şu'be bu hadîsi Ebû Hâşim'den : «Al­lah'ın ilk yarattığı şey kalemdir.» tarzında rivayet etmiş ve : «Allah Arş' mm üzerinde idi.» cümlesini söylememiştir. [9]


Kalemden Sonra Yaratılan Şeyler



Allah (C.c), kalemden ve kaleme kıyamete kadar meydana gelecek olan hadisleri ve vukuatı yazmayı emrettikten sonra, ince bir bulut yarat­tı. Ebû Rezîn el-Ukaylî'nin : «Yaratıkları yaratmazdan önce Rabbimiz ne­rede idi?» sualine cevap veren Hz. Peygamber'in : «Altında ve üstünde ha­va bulunan bir bulutta idi. Sonra O, suyun üzerinde Arş'ını yarattı.» ha­disinde bahsettiği bulut işte bu buluttur. Ayrıca : «Onlar, ille de Allah'ın bulutlan gölgeler içinde kendilerine gelmesini (işlerini bitirmesini) mi bek­liyorlar?» (Bakara, 210) âyetinde geçen «bulut» da bu buluttur.

Bana göre bu husus üzerinde biraz düşünmek gerekir, çünkü az önce «Allah'ın ilk yarattığı şeyin kalem olduğu ve ona kıyamete kadar olup bitenleri yazmasını emrettiği» konusu geçti. Sonra ise bu faslın başında : «Allah'ın kalemi yarattığı ve ona kıyamete kadar olup bitenleri yazmasını emrettiği, sonra da bulutu yarattığı» ifade edildi. Şu bir gerçektir ki, yazı yazmak için önce bir alete ihtiyaç vardır, bu alet ise kalemdir. Ayrıca ya­zının yazılacağı bir şey daha gereklidir ki, bu da «Levh-ı mahfuz»dur. As­lında kalemden sonra ikinci olarak «Levh-ı mahfuzsun zikredilmesi gere­kirdi. Gerçi işin doğrusunu en iyi biîen Allah'tır, fakat «Lehv-ı mahfuz »un yaratılışının kalemden sonra zikredilmemesi, belk de mülâzemet (kalem ile üzerine yazılacak olan şeyin birbirini gerektirdiği esasından) hareketle laf­zın manasından anlaşılacağı düşüncesine dayanmaktan ileri gelmektedir.

Bundan sonra alimler, Allah'ın buluttan sonra neyi yarattığı hususun­da farklı görüşler ortaya attılar, Dalıhâk b. Mudâhım'in İbn Abbâs (R.a.)' tan riyavetine göre : «Allah'ın ilk yarattığı şey Arş'tır; sonra onun üzerine istiva etmiştir (çıkmıştır).»

Diğer alimler ise : «Allah'ın Arş'tan önce suyu yarattığını, sonra Arş'ı yaratıp onu suyun üzerine yerleştirdiğini» ileri sürmüşlerdir. Bu görüş ay­nı zamanda İbn Abbâs'tan rivayette bulunan Ebû Salih ile İbn Mes'ûd ve Vehb b, Münebbih'in de görüşleridir.

Bir diğer rlyavete göre : «Allah (C,c), kalemden sonra Kürsî'yi, sonra Arş'ı, sonra havayı, sonra-karanlıkları, sonra da suyu yaratmış ve Arş'ı su­yun üzerine yerleştirmiştir.»

Ebû Ca'fer et-Taberî diyor ki : «Arş'tan önce suyun yaratıldığını» ile­ri sürenin görüşü, Ebû Rezîn'in Rasûlülah (S.a.)'tan rivayet ettiği hadîse dayandığı için daha doğrudur.»

İbn Abbâs'tan rivayette bulunan Sa'îd b. Cübeyr'in görüşüne uygun düşen bir diğer görüşe göre ise : «Allah, Arş'ı yarattığında su rüzgarın üze­rinde bulunuyordu.» Eğer durum böyle ise, su ile rüzgar Arş'taıı önce ya­ratılmış olurlar.

Bir başka alim de : «Allah, hiç bir şeyi yaratmazdan bin sene önce ka­lemi yaratmıştır.» diyor.

Yine âlimler, Allah'ın gökleri ve yeri yaratmağa başladığı gün konu­sunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.

Abdullah b. Selâm, Ka'b, Dahhâk ve Mücâhid Allah'ın yaratmağa baş­ladığı günün pazar günü olduğunu söylerler.

Ebû Hüreyre (R.a.)'nin görüşüne katılan Muhammed b. İsHâk da bu günün cumartesi olduğunu ileri sürer.

Yine alimler, Allah'ın her gün neyi yarattığı konusunda ihtilâf ettiler. Abdullah b. Selâm bu konuda şöyle söylüyor : «Allah (C.c), yaratmağa pa­zar günü başladı, yerleri pazar ve pazartesi günleri yarattı, dağları ve yiye­cekleri (rızıkları) salı ve çarşamba günleri yarattı, gökleri perşembe ve cu­ma günleri yarattı, cuma gününün son saatlerine doğru Allah göklerin ya­ratılmasını tamamladıktan sonra aynı saat içerisinde Âdem (A.s.)'i yarattı. İşte kıyamet bu saatte kopacaktır.»

İbn Mes'ûd ve Ebû Salih'in kendisinden yaptığı bir rivayette İbn Ab-bâs da bu görüştedirler. Ancak onlar Âdern (A.s.)'in yaratılışı ile cuma gü­nündeki son saat hakkında söz etmemişlerdir.

Ali b. Ebû Talha'nm kendisinden yaptığı bir rivayette İbn Abbâs (R.a.) şöyle diyor : «Allah (C.c), yiyecekleri ile birlikte yeri yaymadan yarattı, sonra göğe yönelip onları yedi kat olarak tesviye (tanzim) etti, bundan sonra da yer yüzünü yaydı. İşte bu : «Bundan sonra yeri döşeyip yaydı.» (Nâziât. 30) âyetinde bildirilen durumdur.» Bana göre doğru olan görüş budur.

İkrime'nin kendisinden yaptığı bir rivayette yine İbn Abbâs şöyle di­yor : «Allah (C.c), dünyayı yaratmazdan ikibîn yıl önce Beyt'i (Beyt-i mâ-mûr'u) dört rükün (köşe) üzerinde suyun üzerine koydu. Bundan sonra Beyt'm altından yer döşenip yayıldı.» İbn Ömer (R.a.) de bu görüştedir.

Süddî Ebû Salih, İbn Abbâs11 an rivayet eden Ebû Mâlik, Mür-retü'l-Hemdânî ve İbn Mes'ûd'dan rivayet ederek : «Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan, sonra da göğe yönelip onları yedi göli halinde tesviye (tanzim) eden O'dısr...» (Bakara, 29) âyetinin izahında şunları söy­lüyor : «Allah, sudan önce hiç bir şey yaratmazdan evvel Arş'ı suyun üze­rindeydi. O, diğer yaratıkları yaratmak isteyince sudan dumanı çıkarttı, duman ise suyun üzerine havalanıp yükseldi, Allah (C.c. )bu yükselen du­mana sema (gök) adını verdi. Sonra suyu kurutarak tek bir yer hâline ge­tirdi. Bundan sonra yeri parçalayıp onu iki gün içerisinde yani pazar ve pazartesi günlerinde yedi parça (tabaka) yaptı : Allah, yeri balık üzerinde yarattı, bu balık ; «Nûn. Kaleme andolsun ki...» (Kalem, 1) cümlesiyle baş­layan ve bu sûrenin adını alan «Nûn» (balık)'dur. O, balığı suyun içerisin­de, suyu yalçın ve düz taş üzerinde yarattı, bu taşı melekin sırtı üzerine koydu, meleki de kaya üzerine yerleştirdi, kayayı rüzgara bıraktı. İşte bu kaya, yerde ve gökte bulunmayan, fakat Hz. Lokman tarafından zikredilen kayadır. Balık kımıldadı, onun bu kımıldamasıyla yer sarsılıp sallandı, bu­nun üzerine Allah, yerin üzerine dağları yerleştirip yükseltti, böylece yer sabitleşip istikrar kazandı. Bundan dolayı dağlar yere karşı iftihar edip öğünürler. İşte bu : «Yerin insanlar ile birlikte sarsılmaması için yeryü­zünde sabit ve yüksek dağlar yarattık..» (Enbiyâ, 31) âyetinde ifade edil­miştir.»

İbn Abbâs Dahhâk, Mücâhid, Ka'b ve diğerlerinin söylediklerine göre; «Allah'ın yeri ve göğü yarattığı altı günden her biri (dünya yılı itibariyle) bin yıldır.»

Bana göre, Allah (C.c.)'m yer yüzünü falan gün, gök yüzünü falan gün yarattığı tarzındaki rivayet ve haberler mecaz olarak kabul edilmelidir; çünkü bunlar yaratıldığı zaman gün ve gece diye bir şey yoktu. Aslında günler, güneşin doğusuyla batışı arasındaki zamandan ibarettir. Geceler ise, güneşin batışıyla doğuşu arasındaki zamandan ibarettir. O zaman ise ne güneş ve ne de gök yüzü vardı. Gün mefhumundan murat ise, Allah'ın her şeyi bir gün Ölçüsü içerisinde yaratmasından ibarettir. Meselâ bir ayet­te : «Orada sabah akşam onlar için rızıkları da vardır.» (Meryem, 62) buyu-rulur. Halbuki cennette sabah akşam diye bir şey yoktur. [10]


Gece ve Gündüzden Hangisinin Daha Önce Yaratıldığı



Biz, yukarıda Allah (C.c.)'m vakit ve zamanları yaratmazdan önce ya­ratmış olduğu varlıkları, vakit ve zamanların gece ve gündüzün saatlerin­den ibaret olduğunu ve bunların da güneş ile ayın felek derecelerindeki hareket ve seyrinden meydana geldiklerini anlattık.

Şimdi gece ve gündüzden hangisinin diğerinden önce yaratılmış oldu­ğunu anlatacağız.

Bu hususta alimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu alimlerin bir kısmı, gecenin gündüzden önce yaratılmış olduğunu iddia etmiş ve iddiası­nın doğruluğuna, gündüzün güneşin aydınlığından meydana geldiğini, gü­neş battığı zaman gecenin ortaya çıktığını, böylece gündüzün aydınlıktan ibaret olduğunu ve bu aydınlığın geceden ibaret olan karanlığın üzerine geldiğini, güneşin aydınlığının gecenin üzerine gelmemesiyle gecenin sa­bit kaldığım delil göstererek, bunları, gecenin gündüzden önce yaratılmış olduğunun bir isbatı saymıştır. Bu, aynı zamanda İbn Abbâs (R.a.)'m da görüşüdür.

Diğer alimler ise gündüzün geceden önce yaratıldığını ileri sürmüşler ve iddialarına, Allah var iken O'nunla beraber hiçbir şeyin olmadığım, gece ve gündüz diye bir şeyin bulunmadığını, hatta geceyi yaratmeaya ka­dar bütün yaratıklarının O'nun nuruyla aydınlandığını delil göstermişler­dir.

İbn Mes'ûd (R.a) bu hususta şöyle diyor : «Rabbinizin katında gece ve gündüz diye bir şey yoktur; göklerin nuru (aydınlığı) O'nun zatının nu­rundan kaynaklanmaktadır.»

Ebû Ca'fer et-Taberî, yukarıda zikredilen delillere ve : «Sizi yaratmak mı daha güç, yoksa göğü mü? ki onu bina eden Allah'tır. O, onun (göğün) boynunu yükseltti ve ona bir nizam verdi. Onun gecesini kararttı, gündü­zünü de (aydınlığa) çıkardı.» (Nâziât, 27,28,29) ayetinde Allah (C.c.)'ın geceyi gündüzden önce zikretmesine dayanarak birinci görüşün daha doğru olduğunu söylüyor.

Ubeyd b. Umeyr el-Hârisî şöyle diyor : «Ben, Hz. Ali (R.a.)'nin yanın­da bulunuyordum. Bu sırada İbn el-Kevvâ' ona aydaki siyahlığı sordu. Hz. Ali ona : «İşte bu silinen ayet (nişâne)tir.» karşılığını verdi. Hz. Ali bu sözüyle : «Biz gece ile gündüzü iki ayet (nişane) kıldık; gece ayetini silip, gösterici olan gündüz ayetini getirdik.» mealindeki ayete işaret etmişti. (İsrâ, 12).»

İbn Abbâs, Mücâhid, Katâde ve diğer alimler de bu görüşü ifade eden ibareler kullanmışlardır. Bundan- dolayı Allah, gece ve gündüzü yarattı, fakat güneşi aydan daha parlak kıldı.

Ebû Ca'fer et-Taberî, bu bahiste, bir kaç sayfa tutan ve oldukça uzun olan İbn Abbâs'm Hz. Peygamber (S.a.)'den rivayet ettiği bir hadisi nak­letmektedir. Bu hadiste, güneş ve ayın yaratılışları, bunların hareket ve seyirleri, bunların çenber ve kasnak (veya araba) şeklinde iki araç üzerin­de olup her aracın üç yüz altmış kulpu bulunduğu, kulplar sayısınca me­leklerin bu araçları kulplarından tutarak çektikleri, sonra ay ve güneşin bu araçlardan düşerek yer ile gök arasındaki bir denize daldıklar], bu du­rumun güneş ve ay tutulmasını meydana getirdiği, sonra meleklerin uy ve güneşi denizden çıkardıkları, bunun da ay ve güneş tutulmasının sona ermiş olduğunu gösterdiği, gibi konular geçmektedir.

Sonra o, yıldızlardan ve onların seyir ve hareketlerinden, güneşin ba­tıdan doğmasından, batıda Câbers (Süryanîcesi : Markisyâ), doğuda Câbelk (Süryanîcesi : Bercisyâ) adında iki şehir bulunduğundan, bunların her biri­nin on bin kapısı olduğundan ve her kapıyı on bin muhafız koruduğundan kıyamete kadar bu muhafızlara bir kere muhafızlık yaptıktan sonra bir daha sıra gelmediğinden bahsetmektedir.

Ayrıca o, Mensik ve Sârîs (veya Târis)'ten Ye'cûc ve Me'cûc gibi an­latılmasına gerek olmayan kavimlerden ve diğer bir takım şeylerden de bahsetmektedir.

Ben, akıl ve mantığa ters düşen bu gibi şeyleri kitabıma almaktan ka­çındım. Eğer onun anlattıklarının isnadı sahih olsaydı, elbette biz de bun­ları zikrederdik ve söylerdik. Fakat bu hadîs sahih değildir. Ayrıca böyle mühim ve büyük meseleleri, bunun gibi zayıf isnadlara dayanarak kitap­lara geçirmek doğru ve caiz değildir.

Biz, burada Allah (C.c.)'m yaratmak istediği varlıkların ilk yaratılış­larından, bunların yaratılışlarının tamamlanmasına kadar dünya yılları ve zamanı itibariyle ne kadar vakit geçmiş olduğunu anlattık. Bizim bu ki­tabı yazmaktan maksadımız ise, yukarıda açıkladığımız üzere, Rablerine isyan eden diktatör zalim hükümdarlar ile Rablerine itaat eden hüküm­darların tarihini ve kendilerine elçiler ve peygamberler gönderilen kavim­lerin yaşadıkları zaman ve vakitleri anlatmaktan ibaretti. Ayrıca biz, ta­rihlerin tesbitine yarayan, vakit ve saatlerin bilinmesine yardım, eden gü­neş ve ayın hâllerini de yukarıda anlattık. Şimdi ise, kendisine ilk defa Al­lah (C.c.) tarafından devlet ve nimet verilen, bu nimeti küfranla karşıla­yıp O'nun Rabliğını inkâr eden ve kibirlenen, bu yüzden Allah tarafından kendisine verilen nimetler elinden alınarak zelil ve rüsvay edilen varlıktan (şeytandan) bahsedeceğiz. Bundan sonra da onun yolundan giden ve izini takip eden, bu yüzden Allah'ın nikmet ve belâsına uğrayandan söz edece­ğiz. Bunu takiben de, Allah (C.c.) izin verirse onun zamanında veya on­dan sonra Rablerine itaat eden, işleri ve hareketleri övülen hükümdarlar ile elçilerden ve peygamberlerden bahsedeceğiz. [11]


İBLÎS'İN KISSASI, İLK DURUMU VE HZ. ADEM (A.S.)'İ YOLDAN ÇIKARMASI



Allah'a isyan edenlerin birincisi, lideri ve başkanı İblîs'tir. Anlatıldı­ğına göre, Allah İblîs'i güzel bir tarzda yaratmış, onu sema, dünya ve yer yüzüne hakim ve malik kılmıştı; ayrıca onu, bunlara ilâveten cennet bek­çilerinden biri yapmıştı. Fakat o Rabbine karşı büyüklenip tanrılık İddia­sında bulundu ve idaresi altındakileri kendisine ibadet etmeye davet etti. Bu yüzden Allah, onu rahmetinden kovup şeytan kılığına soktu; hilkat ve suretini çirkinleştirdi. Ayrıca Allah, lutfuyla bağışladıklarını elinden geri aldı, ona hemen îânet edip göklerinden uzaklaştırdı. Sonra onun ve taraf­tarlarının ahiretteki yerlerini cehennem kıldı. Biz, cehennem ateşinden, Allah'ın gazabından ve yüksek dereceler elde ettikten sonra tekrar düş­mekten Allah'a sığınırız.

Şimdi geçmiş alimlerin naklettikleri haberlere dayanarak, Allah'ın İb~ lîs'e verdiği nimetleri, onun haksız yere yapmış olduğu iddiaları anlataca­ğız. Bunun peşinden de onun saltanat ve hükümdarlığı zamanından, bunla­rın kendisinden alınmasına kadarki zaman içerisinde meydana gelmiş ha­diselerden ve saltanatının elinden çıkış sebebinden bahsedeceğiz. [12]


İblis ile İlgili Haberler ve Saltanatı Esnasında Cereyan Eden Hâdiseler



İbn Abbâs (R.a.) ile İbn Mes'ûd (R.a.)'un rivayetlerine göre, İblis se­ma dünyanın mülk ve saltanatına sahipti ve o, kendilerine cin denilen me­leklerden bir kabileye mensuptu. Cinlere bu ismin verilmesi, onların cen­netin muhafızlığını yapmalarından ileri gelmekteydi. İblîs, sema dünya­nın mâliki olmakla birlikte, aynı zamanda cennetin de muhafızlar.' arasın­daydı. İbn Abbâs diyor ki : «İşte İblis bundan sonra Allah'a isyan etti; Al­lah da onun suretini değiştirerek rahmetinden kovulmuş bir şeytan haline setirdi.»

Katâde'den : «Onlardan kim ben ilâhım, o değil derse...» ayetinin sa­dece İblis hakkında nazil olduğu, hattâ bu sözünden dolayı İblis'e Allah tarafından lanet edilip rahmetinden uzaklaştırılarak şeytan haline getiril­diği ve hakkında : «Onlardan kim ben ilâhım, o değil derse, biz bundan do­layı onu cehennem azabına çarptırırız. İşte biz salimleri böyle cezalandı­rırız.» (Enbiyâ, 29) Duyurulduğu rivayet edilmektedir. Bu rivayetin bir benzeri de İbn Cüreyc'den nakledilmiştir.

İblis'in hüküm ve saltanat sürdüğü dönemde meydana gelen hadiseler­den biri, Dahhâk vasıtasıyla İbn Abbâs'tan nakledilen şu rivayettir :

«İblis, kendilerine cin denilen meleklere mensup bir kabileden idi. Meleklerin arasında bulunan bu cinler zehirli dumansız ateşten yaratılmış­lardı. İblis ise cennetin muhafızlarından bir muhafızdı.»

îbn Abbâs sözlerine devanı ediyor ve şöyle diyor : «Melekler nurdan yaratılmışlardır. Kur'ân-ı Kerîm'de zikredilen cinler ise, alevlenerek yan­dığı zaman ateşin bir tarafında dil gibi uzanan yalın kısmından yaratılmış­lardır. İnsan da çamurdan yaratılmıştır. Yer yüzünde ilk yaşayanlar cin­lerdi; fakat onlar yer yüzünde çatışmaya girerek birbirlerini öldürüp kanla­rını döktüler. Bunun üzerine Allah (C.c), İblis komutasında, kendilerine cin denilen meleklerin bir kabilesine mensup olan bir orduya o cinlerin üzerine gönderdi. İblis ve beraberindeki ordu, onları denizlerdeki adalara ve dağların etrafına sürdü. Bu zaferden sonra İblis gurura kapılıp kendi kendisine : «Hiç bir kimsenin yapamadığını yaptım» dedi, fakat Allah onun kalbinden geçeni biliyordu; İblis'in yanında bulunan melekler ordusu ise bunu bilmiyorlardı.»

Enes (R.a.)'ten de bu manada bir rivayet nakledilmiştir.

Ebû Salih'in Abbâs'tan, Mürretü'l-Hemdâni (Hemdân : Yemen'de bü­yük bir kabilenin adıdır)'nin İbn Mes'ûd'dan yapmış oldukları rivayette İbn Abbâs ve İbn Mes'ûd şöyle diyorlar : «Allah (C.c), arzu ettiği varlık­ları yarattıktan sonra Arş üzerine yükseldi. Kendilerine cin denilen me­leklerin bir kabilesinden olan İblis'i sema dünyanın başına geçirdi. Bunla­ra cin denilmesinin sebebi ise onların cennetin muhafızları olmalarından ileri gelmekteydi. İblis, sema dünyanın mâliki olmakla birlikte cennetin muhafızlarmdandı. İşte bu mevkiinden dolayı onu 'kalbinde kibir ve gurur meydana geldi ve : «Allah, bu dereceleri bana meleklere karşı olan mezi­yet ve üstünlüğümden dolayı verdi» dedi. Allah, onun kalbindeki kibir ve gurura muttali olduğu için : «Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.» buyurdu.»

İbn Abbâs diyor ki : «İbîis'in adı Azâzîl idi, meleklerin en çok ibadet edenlerinden ve ilimce en üstün olanlarmdandı, İşte bu meziyetler onu ki­bir ve gurura sürükledi.»

Bu da İblis'in gurura kapılmasının sebebi hakkında üçüncü bir gö­rüştür.

İkrime'nin îbn Abbâs'tan rivayetine göre, Allah bir kavim yarattı ve onlara : «Âdem'e secde edin.» buyurdu. Fakat onlar : «Secde etmeyiz.» de­diler. Bunun üzerine Allah (C.c.) onların üstüne bir ateş gönderdi ve on-lan yaktı. Sonra başka bir kavim yarattı ve : «Ben çamurdan bir beşer ya­ratacağım, Âdem'e secde edin.» buyurdu, fa'kat onlar secde etmekten ka­çındılar. Bunun üzerine Allah, üzerlerine bir ateş gönderip onları da yaktı. Daha sonra bu melekleri yarattı ve onlara : «Âdem'e secde edin.» buyur­du. Onlar : «Evet, secde ederiz.» dediler. İşte İblis secde etmeyen bu grup­tan idi.

Şehr b. Havşeb şöyle diyor :

«İblis, yer yüzünde yaşayan cinlerden olup meleklerin kendilerini kov­dukları cin taifesinden idi; fakat bir melek onu esir alıp semaya (göğe) gö­türmüştü.» Aynı zamanda Sa'îd b. Mes'ûd'dan da buna benzer bir rivayet nakledilmektedir.

Fakat bu görüş ve rivayetlerin en doğrusu Allah (C.c.)'m buyurduğu­nu kabul etmek ve O'nun gibi söylemektir. O şöyle buyurur : «Hani biz meleklere : "Âdem için secde edin" demiştik de İblis'ten başkası hemen secde etmişlerdi. O ise cinden olduğu için Rabbinin emrinden dışarı çık­mıştı...» (Kehf, 50). İblis'in Allah'ın emrine itaat etmemesi, ibadetinin çok­luğundan ve bilgisinin üstünlüğünden dolayı kendisini beğenmiş olmasın­dan ve cinlerden bulunmasından ileri gelebilir. [13]


HZ. ÂDEM (A.S.)'İN YARATILMASI



İblis'in saltanat ve hakimiyeti dönemindeki hadiselerden (söylentiler­den) biri de babamız Hz. Âdem (A.s.)'in yaratılmasıdır. Allah, meleklere, İblis'in devlet ve saltanatının zevale yüz tuttuğu, kendisinin mahvolacağı zamanın yaklaştığı bir sırada onun kalbinde saklamış olduğu kibir ve gu­ruru bildirmek istedi. Halbuki melekler onun bu hâlini bilmiyorlardı. Al­lah (C.c.) İblis'in kibrini bildirmek maksadıyla meleklere şöyle seslendi : «Muhakkak ben yer yüzünde bir halife yaratacağım» dedi. Onlar : «Yer yüzünde bozgunculuk çıkaracak ve kanlar dökecek kimse mi yaratacak­sın?» dediler. (Bakara, 30).

İbn Abbâs'tan rivayet edildiğine göre : Meleklerin böyle söylemeleri, onların bundan önce yeryüzünün sakinleri olan cinlerin ve İblis'in durum­larını öğrenmelerinden ve görmelerinden sonra olmuştu. Bu yüzden onlar Rablerine : «Yer yüzünde cinler gibi kanlar dökecek, bozgunculuk çıkara­cak ve sana isyan edecek birini mi yaratmak istiyorsun? Halbuki biz sana hamdedip seni teşbih ediyor ve takdis ediyoruz.» dediler.

Allah (C.c), meleklere : «Sizin bilmediğinizi ben biliyorum.» buyur­du. Yani, «İblis'in içinde saklamış olduğu gurur ve kibrini, onun benim em­rime karşı gelmeye azim ve kararlı olduğunu ben biliyorum ve bunları ayan-beyan görmeniz için size açıklayıp bildiriyorum.» demek istiyordu.

Allah (C.c), Hz. Âdem'i yaratmak istediği zaman Cebrail (A.s.)'e yer yüzünden balçık getirmesini emretti. Yer yüzü Cebrail (A.s.)'e : «Bir şey alarak beni eksiltmenden, şekil ve suretimi bozarak beni hakir düşürmen­den Allah'a sığınırım.» dedi. Bunun üzerine Cebrail (A.s.) yer yüzünden hiç bir şey almadan geri döndü ve : «Ey Rabbim! Yer yüzü sana sığındı, ben de ona sığınma imkânı tamdım.» dedi. Bundan sonra Allah (C.c.) bu işe Mîkâil (A.s.)'i görevlendirdi; yer yüzü yine Allah'a sığındı ve Mikâil de ona sığınma imkanı tanıdı. Sonra Mîkâil, Allah katma dönerek aynen Cebrail'in söylediklerim tekrarladı. Bu sefer Allah (C.c), yer yüzüne Az­rail (A.s.)'i gönderdi. Yine yer yüzü Azrail'den Allah'a sığındı, Bunun üzerine Azrail (Melekü'1-mevt): «Rabbimin emrini yerine getirmeden geri dönmekten Allah'a sığınırım» dedi ve yerden balçık aldı. Fakat bu balçığı bir yerden almadı; yer yüzünün değişik yerlerinden kırmızı, beyaz ve si­yah topraklar alıp bunları birbirine karıştırarak yapışkan çamur hâline ge­tirdi. Âdemoğullarının çeşitli renklerde olmaları bundan ileri gelmektedir.

Ebû Musa'nın rivayet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber (S.a.) şöyle bu­yurur : «Allah (C.c.), Hz. Adem'i bütün yer yüzünden aldığı topraktan ya­rattı; bu sebeble Âdemoğullari yerden alınan bu toprağa göre kırmızı, si­yah, beyaz ve bunlar arasında bir renk almakta, yumuşak ve sert huylu, iyi ve kötü olmaktadırlar. Bundan sonra Âdem'in yaratılacağı toprak ıs­latıldı, hatta yapışkan çamur haline geldikten sonra siyah ve kokan bir ça­mur şeklini alıncaya kadar bekletildi. Bundan sonra da Rabbimizin buyur­duğu gibi hu çamur kuru balçık haline dönüşünceye kadar olduğu gibi bı­rakıldı.» Bu hususta Allah (C.c.) şöyle buyurur : «Andolsun ki, biz insanı kuru balçıktan, suretlenip şekillenmiş bir çamurdan yarattık.» (Hıcr, 26).

Hadiste geçen «lâzib» kelimesi, yapışkan çamur manasına gelmekte­dir. İşte bu çamur değişip kokuşuncaya kadar bırakılmış, neticede kokuş­muş kara balçık haline gelmiştir. Bundan sonra ses çıkaran kurumuş bir balçık halini almıştır.

Adem'e «Âdem» isminin verilmesi, onun yer yüzünden (topraktan) yaratılmasından ve yer yüzü manasına gelen «edîm» kelimesinden kaynak­lanmaktadır.

İbn Abbâs (R.a.) şöyle diyor : «Allah (C.c), Âdem'in yaratılacağı top­rağın yerden alınarak göğe çıkarılmasını emretti. Toprağı getirilen Âdem'i, yapışkan ve kokuşmuş siyah çamurdan yarattı. Bu çamur ise maddeleri birbirine iyice yapıştıktan sonra kokuşmuş siyah bir şekil aldı. İşte Allah, İblis'in Âdem'e secde etmekten büyüklenmemesi için onu bizzat kendi eliy­le bu çamurdan yarattı. Âdem'in cesedi yere bırakılmış bir şekilde kırk ge­ce, bir rivayette ise kırk yıl kaldı. İblis ise bu kırk gece veya kırk yıl için­de Âdem'in cesedinin yanma gelir, ona ayağıyla vururdu, bu cesed de ses çıkarırdı. Allah (C.c.) bunu : «O, insanı bardak gibi (çınlayan) kupkuru bir balçıktan yarattı?» buyruğuyla açıklamaktadır; yâni Âdem'in cesedi ses veren ve üfürülerek şişirilip testi haline getirilen kokuşmuş kuru balçık­tan yaratılmıştır. Bundan sonra İblis, Âdem'in ağzından girip arkasından, arkasından girip ağzından çıkmağa başladı ve kendi kendine onun için : «Sen böyle ses çıkarmak için değil, belki bir maksad için yaratılmışsmdır. Eğer senin başına musallat kılınırsam, elbette seni helak edeceğim; şayet sen bana musallat olursan mutlaka sana isyan edeceğim» dedi.

«Diğer taraftan melekler Âdem'in cesedinin yanma gelirlerdi ve on­dan korkarlardı. Hatta Âdem'in cesedinden meleklerden daha çok İblis korkardı.»

«Nihayet Allah'ın Âdem'in cesedine ruhun üflenmesini istediği zaman gelince O meleklere : «O halde ben Âdem'in yaratılışını bitirdiğim, ona ru­humdan üflediğim zaman siz derhal onun için secdeye kapanın.» (Hıcr, 29) buyurdu. Allah, Âdem'in cesedine ruhu üfürünce bu ruh onun baş ta­rafından cesedine girdi. Hattâ ruhun cesed içerisinde harakete geçmesiyle onun uğradığı kısımlar hemen ete büründü. Ruh Âdem'in başına girdiği zaman o aksırdı. Bunun üzerine melekler ona : «el-hamdü lillâh» demesini söylediler. Bir rivayette Âdem'e »el-hamdü lillâh» demesini Allah (C.c.) il­ham etmişti. Bunun üzerine Âdem : «el-hamdü lillâhi Rabbi'l-âlemin (Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun» )dedi. Âdem'in bu hamdine karşı Allah ona : «Ey Âdem! Rabbin sana merhamet etti» buyurdu. Ruh, Âdem' in gözlerine gelince o gözlerini cennet meyvelerine çevirdi, ruhun karnına ulaşmasıyla o yemek İstedi ve ruh ayaklarına gelmezden önce hemen ace­le edip yerinden kalkarak cennet meyveleri üzerine sıçradı. İşte bundan dolayı Allah (C.c.) : «İnsan aceleden yaratıldı.» (Enbiyâ, 37) buyurmuştur. Netice de bütün melekler Âdem'e secde etti. Ancak İblis büyüklendi ve kâ­firlerden oldu. Bunun üzerine Allah (C.c.) İblis'e : «Ey İblis! Ben emretti­ğim halde senin Âdem'e secde etmene mani olan nedir?» diye sordu O ise «Ben ondan daha hayırlıyım. Senin çamurdan yarattığın bir kimseye ben secde edecek değilim» karşılığını verdi; kibir, taşkınlık ve çekememezliği yüzünden Âdem'e secde etmedi. Bunun üzerine Allah (C.c.) : «Ey İblis! iki elimle (bizzat) yarattığıma secde etmenden seni hangi şey menetti? Kibir­lenmek mi istedin, yoksa yücelerden mi oldun?... Andolsun ki, cehennemi senden (senin cinsinden) ve onların (insanların) içinden sana tâbi olanla­rın hepsiyle dolduracağım.» (Sâd, 75, 85) buyurdu.

«Nihayet Allah (C.c), İblis ile uğraşmayı, onu azarlamayı bıraktıktan ve onun isyan üzerinde direndiğini gördükten sonra ona lanet edip rahme­tinden ümidini kesttirtti, onu huzurundan kovarak şeytan haline getirdi ve cennetten çıkarıp sürdü.»

Şa'bî şöyle diyor :

«İblis, başında bir sarık, gözleri şaşı, tek ayağında bir pabuç, çeşitli sı- kmtılar içerisinde ve perişan bir halde yer yüzüne indirilmiştir.»

Humeyd b. Hilâl de şöyle diyor : «İblis eli böğründe olarak yer yüzü- ne indirilmiştir. Bu yüzden namaz kılarken elleri böğre koymak mekruh kılınmıştır.»

İblis, yer yüzüne indirilince şöyle dedi : «Ey Rabbim! Âdem'in yüzün­den beni cennetten kovdun; ben ancak senin bana vereceğin kuvvet ve kudretle onunla başa çıkabilirim.» Bunun üzerine Allah ona : «Haydi onun üzerine musallat kılındın.» buyurdu. İblis : «Biraz daha ikraanımı artır.» dedi. Allah (C.c): «Âdem'den doğacak her çocuğa karşılık senin de bir ço­cuğun dünyaya gelsin, yani neslin onunki kadar çok olsun.» buyurdu. İb­lis : «Biraz daha artır.» dedi. Allah : «Onların (insanların) kalpleri senin meskenin olsun, onların içerisinde kanın dolaştığı gibi dolaşabilirsin.» bu­yurdu. İblis : «Biraz daha artır.» dedi. Bunun üzerine Allah (C.c.) : «Onla­rın içinden gücünün yettiği kimseleri sesinle yerinden oynat, onlara karşı süvarilerinle, piyadelerinle yaygara çıkar, mallarına ve çocuklarına ortak öl, onlara vaatte bulun. "Şeytan bu! Onlara bir aldatıştan başka o ne vaat edebilir?" (İsrâ, 64) "buyurdu.

İblis'in bu isteklerine karşılık Âdem şöyle dedi : «Ey Rabbim! Ona mühlet verip bana musallat kıldın; ben ancak senin bana vereceğin güç ve kuvvetle ona karşı koyabilirim.» Allah (C.c.) ona : «Senden doğacak her çocuk (neslin) için kötülerin (şeytanların) şerrinden koruyacak bir mu­hafız görevlendirdim.» buyurdu. Âdem : «Biraz daha bana imkan ver!» dedi, Allah (C.c.) : «Yapılan her bir iyilik (hasene) on katıyla mükâfatlan-dırılacaktır; dilersem daha da arttırırım. İşlenen bir günah yalnız bir ka­tıyla cezalandırılacaktır; istersem bunu da silip affederim.» buyurdu. Âdem : «Biraz daha artır!» dedi. Allah (C.c.) : «Ey kendilerinin aleyhinde haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin, çünkü Al­lah bütün günahları yarhğar (bağışlar).» (Zümer, 53) buyurdu. Âdem: «Bi­raz daha artır!» dedi. Allah (C.c): «Ruh bedenlerinde olduğu müddetçe ev-Jâdının (neslinin) tevbelerini kabul edeceğim, reddetmeyeceğim.» buyur­du. Âdem : «Biraz daha artır!» dedi. Allah (C.c.) : «Ne olursa olsun affede­ceğim, aldırmayacağım.» buyurdu. Bunun üzerine Âdem : «Kâfi, yeter, ey Rabbim!» dedi. Bundan sonra Allah (C.c.) Âdem'e: «Şu meleklerin yanma git ve onlara : "es-Selâmü aleyküm"de.» buyurdu. Bunun üzerine Âdem meleklerin yanma geldi ve onlara : «es-Selâmü aleyküm» dedi. Melekler ise onun selâmına karşılık olarak: «Ve aleyke's-selâm ve rahmetullâh» kar­şılığını verdiler. Bundan sonra Âdem Rabbine döndü ve Rabbi ona : «İşte bu, senin ve zürriyetinin arasında selâm şekli olsun.» buyurdu.

Nihayet meleklerden gizli olan İblis'in durumunun (kibir ve gururu­nun) melekler tarafından öğrenilmesinden ve İblis'in Âdem'e secde etme­yeceği anlaşıldıktan sonra, Allah (C.c), Âdem'e bütün isimleri öğretti. [14]


Allah'ın Âdem (A.s.)'e Öğrettiği İsimler



Alimler, Allah'ın Âdem'e öğrettiği isimler hakkında farklı görüşler or­taya attılar. İbn Abbâs'tan rivayette bulunan Dahhâk şunları söylüyor :

«Allah, insanların kendi aralarında birbirleriyle anlaştıkları insan, hayvan, yer yüzü, ova, dağ, at, eşek gibi benzeri isimleri, hattâ yellenme -ve hafifçe yellenmeye kadar olan bütün isimleri Âdem'e öğretti.»

Mücâhid ve Sa'îb b. Cübeyr de aym görüşü ileri sürmüşlerdir.

İbn Zeyd : «Âdem'e öğretilen isimler, zürriyetinin adlarıdır.» diyor.

Rebî' ise : «Âdem'e öğretilen isimlerin sadece meleklerin adlarından ibaret olduğunu» söylüyor.

Allah (C.c), Hz. Âdem'e isimleri öğrettikten sonra, isimlerin sahipleri olan varlıkları meleklere arzetti ve onlara : «Eğer (söylediklerinizde) doğ­ru iseniz, bunların adlarını bana söyleyin.» (Bakara, 31) buyurdu; yani be­nim yeryüzünde sizden birini halife yaptığım takdirde bana itaat edip be­ni takdis edeceğinizi, bana asi olmayacağınızı; kendinizden başkasını yer yüzünde halife yaptığım takdirde, onun yer yüzünde fesad çıkarıp kanlar akıtacağını söylemiştiniz. Eğer bu sözlerinizde doğru iseniz haydi bunların isimlerini söyleyiniz! Siz ki, gözünüzle gördüğünüz bu nesnelerin isimleri­ni bilmiyorsunuz. Buna mukabil, gözlerinizle görmediğiniz halde sizden ve sizden başkasından ortaya çıkacak olan şeyleri bilmemeniz elbette ki tabiîdir.

İşte bu, İbn Mes'ûd'un ve İbn Abbâs'tan rivayette bulunan Ebû Salih' in görüşüdür.

Katâde ve Hasen'den şöyle dedikleri rivayet edilmiştir : «Allah, Hz. Âdem'i yaratıp onu kendisine halef (halife) yapacağını bil­dirdiği zaman melekler : "Sen yer yüzünde bozgunculuk edecek ve kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" demişlerdi. Allah da : "Sizin bileme­yeceğinizi her halde ben bilirim" demişti.» (Bakara, 30), İşte bu esnada melekler kendi aralarında şunları konuştular : «Rabbimiz, dilediği şekilde -nasıl bir yaratık yaratırsa yaratsnvkendi katında bizden daha mükerre-mini ve bilgilisini hiç bir vakit yaratmaz» dediler. Nihayet Allah (C.c), Hz. Âdem'i yaratıp ona secde etmelerini emredince, Hz. Adem'in kendi­lerinden daha hayırlı ve Allah katında daha mükerrem olduğunu anladılar ve: «Âdem bizden daha hayırlı ve Allah katında bizden daha mükerrem ise de biz ondan daha bilgiliyiz» dediler. Melekler, bilgileri sebebiyle gurur­lanıp kendilerini beğenince, Allah tarafından Hz. Âdem'e bütün isimler Öğ­retildi, sonra da bu isimler meleklere arzedilerek onlar imtihan edildiler. Bu hususta Allah tarafından kendilerine : «Eğer benim, sizden daha mü­kerrem ve daha bilgili birini yaratmayacağım hususundaki sözlerinizde doğru iseniz, bunların isimlerini bana söyleyin.» (Bakara, 31) buyuruldu. Bunun üzerine melekler, her mü'minin tevbeye koştuğu gibi tevbeye koşup sığındılar ve : «"Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizini hiç bir bilgimiz yok. Çünkü hakkıyla bilen ve hikmet sahibi olan şüphesiz sensin," dediler.» (Bakara, 32).

Hasen ve Katâde «Allah'ın Hz. Adem'e at, katır, deve, cin ve vahşi hayvanların, hatta her şeyin ismini öğrettiğini de» söylediler. [15]


Hz. Âdem (A.s.)'in Cennete Girmesi ve Buradan Çıkarılması



Melekler tarafından kendilerine gizli kalan İblis'in isyan ve azgınlığı öğrenildikten, Âdem'e secde etmeyi terk edip isyan ettiği için Allah tara­fından azarlanmasından, isyan üzerinde ısrar edip azgınlığa devanı etti­ğinden dolayı Allah tarafından lanet edilip kendisine ; «Cennetten çık, çün­kü sen artık kovuldun. Kıyamete kadar sana lanet okunacaktır.» (Hıcr, 34, 35) buyurulduktan, cennetten kovulup yer yüzü ile sema dünyanın sal­tanatı ve cennetin muhafızlığı elinden alındıktan sonra, Hz. Âdem Allah tarafından cennete yerleştirildi.

İbn Abbâs ile İbn Mes'ûd anlatıyorlar :

«Adem (A,s.), cennete yerleştirildiği zaman o tek başına dolaşıyordu ve ülfet edip ünsiyet duyacağı bir eşi de yoktu. Âdem (A.s.), bir ara uyku­ya dalmıştı ki, uyandığında bîr kadının başı ucunda oturduğunu gördü. Al­lah, onu Hz. Âdem'in kaburgasından yaratmıştı. Âdem. (A.s.) ona : «Sen kimsin?» diye sordu. O : «Ben bir kadınım» diye cevap verdi. Bunun üze­rine Hz. Âdem : «Niçin yaratıldın?» dedi. O : «Benimle ülfet edesin» diye karşılık verdi. Melekler, Hz. Âdem'in bilgisinin derecesini ölçmek için ona : «Ey Adem! Bu kadının adı nedir?» diye sordular. Âdem (A.s.) : «Havva'dır» cevabını verdi. Onlar: «Niçin Havva adı verildi?» dediler. Hz, Âdem: "Diri­den yaratıldığı için bu adı aldı" karşılığını verdi. Bundan sonra Allah Âdem (A.s.) için: "Ey Âdem! Sen eşinle birlikte cennete yerleş, cennet ni­metlerinden neresinden isterseniz ikiniz de bol bol yiyin, fakat şu oğaca yaklaşmayın..." (Bakara, 35) buyuruldu.»

İbn İslıâk, ehl-i kitaptan ve Abdullah b. Abbâs (R.a.) gibi diğer ilim sahiplerinden kendisine ulaşan haberlere göre şunları söylüyor :

«Allah (C.c), Hz. Âdem'i uykuya daldırdıktan sonra sol tarafındaki kaburgalarından birini aldı ve bunun yerini hemen etle kapattı. Hz. Âdem uykuda iken bu kaburgadan Havva'yı yarattı. Âdem (A.s.) uyanınca yanı başında Havva'yı gördü ve: «Etim! Kanım! Canım (ruhum veya eşim)! de­di ve Havva'ya sevgi duyarak ona kalbiyle bağlandı. Allah, Âdem (A.s.) için kendisinden (kaburgasından) bir eş yaratıp onunla eşleştirdikten sonra ona : "Ey Adem! Eşinle birlikte cennete yerleş, cennet nimetlerinden ııeresinden isterseniz hol bol yiyin, fakat şu ğaca yaklaşmayın, yoksa ikiniz de 2ulmodeıılerden olursunuz." (Bakara, 35) buyurdu.»

Mücâhid ve Katâde'den aynı rivayet nakledilmiştir.

Allah (C.c), Hz. Adem'i ve eşini cennette yerleştirdikten sonra onları imtihan etmek, kendileri ve çocukları (nesli) hakkındaki ilâhî kaza ve hük­mü yerine getirmek için bir ağacın meyvesi hariç diğer bütün meyveler­den istedikleri gibi yemelerine müsaade etti, fakat şeytan onların kalpleri­ne vesvese soktu. Aslında Şeytanın Hz. Âdem ve Havva'nın yanlarına gel­mesi şöyle oldu : O, cennete girmek istediği zaman cennetin muhafızları onu cennete sokmadılar, bunun üzerine İblis, Âdem (A.s.) ve Havva ile konuşabilmek için kendisini cennete kadar götürüp içerisine koymaları hususunda bütün yer yer yüzündeki hayvanların yanlarına geldi ve onlara teklifte bulundu, fakat bütün hayvanlar onun bu teklifine karşı çıktılar. İşte bunun üzerine o, yılanın yanma geldi ve ona : «Eğer beni cennete so­karsan, seni himayeme alır, Âdemoğullarmdan korurum.» dedi. İblis'in bu sözleri üzerine yılan onu azı dişlerinden iki tanesinin arasına alarak cen­nete soktu. Yılan, o zamana kadar, Allah'ın yarattığı en güzel hayvanlar­dan biri olup dört ayak üzerinde yürüyordu ve Buht (Arap-Acem devele­rinin birleşmesinden meydana gelen melez) devesine benziyordu; ayrıca üzeri de örtülü (tüylü) idi. İşte bu hadiseden sonra Allah onu tüysüz, çıp­lak ve karnı üzerinde sürünerek yürüyen bir hayvan haline getirdi.

İbn Abbâs bu hususta : «Yılanı nerede bulursanız öldürünüz, Allah'ın düşmanı İblis'in yılana olan himaye vaadini boşa çıkarınız.» diyor.

Yılan cennete girdiğinde İblis onun ağzından dışarı çıktı ve feryat ederek Hz. Âdem ile Havva'ya karşı acı acı ağlamağa başladı. Onun bu ağlayışını duyan Hz. Âdem ve Havva buna çok üzüldüler. Bunun üzerine onlar İblis'e : «Seni ağlatan nedir?» diye sordular. İblis onlara : «Sizin için ağlıyorum, çünkü siz öleceksiniz ve içinde bulunduğunuz bu nimet ve kerametlerden ayrılacaksınız.» diye karşılık verdi. Onun bu sözleri Hz. Âdem ile Havva'ya tesir etti. Sonra İblis, onların yanma gelerek kalplerine vesvese (tereddüt) soktu ve : «Ey Âdem! Sana, ebediyet ağacına ve yıkılışı olmayan sonsuz bir devlete ulaşmanın yolunu göstereyim mi?» dedi. He­men bunun arkasından ilâve ederek : «Rabbiniz bu ağacı başka bir şey için değil, ancak iki melek olacağınız yahut ebedî kalıcılardan bulunaca­ğınız için yasak etti, dedi ve onlara : "Şüphesiz İd, ben sizin iyiliğinizi is­teyenlerdenim" diyerek yemin etti.» (Araf, 20,21); yani siz iki melek ola­rak ve yahut melek olmasanız bile ebediyyen cennette kalacaksınız diye yemin etti ve : «Bu suretle ikisini de aldatıp (o ağaçtan yedirerek) cennet­teki mertebelerinden düşürdü.» (Arâf7 22). İblis'in vesvesesinin tesirinde daha çok Havva kaldı. Hz. Âdem, ihtiyacını tatmin için Havva'yı çağırdı, fakat o : «Buraya kadar gelmedikçe bu işe yanaşmam.» dedi. Bunun üze­rine Âdem (A.s.) onun söylediği yere geldi, fakat bu defa Havva : «Bu ağaç­tan (buğdaydan) yemedikçe bu işe yanaşmam.» dedi. Nihayet her ikisi bu ağaçtan yediler ve yer yemez her ikisinin avret yerleri göründü. Onların cennette giydikleri elbiseleri ise ince bir deriden ibaretti. Avret yerleri açı­lan Hz. Âdem ve Havva, cennet yapraklarından üst üste yamayıp açılan yerlerini örtmeye başladılar. Bir rivayete göre, bu yaprağın incir ağacı­nın yaprağı olduğu söylenir. Yasaklanan bu ağacın meyvesinden yiyen ise abdest bozmak mecburiyetinde kalırdı. Hz. Âdem, bu sırada cennette ko­şarak dolaşmağa başladı. Bunun üzerine Allah ona : «Ey Âdem! Benden mi kaçıyorsun?» buyurdu. Hz. Âdem : «Ey Rabbinı! Senden değil, senden utandığımdan dolayı kaçıyorum.» dedi. Allah (C.c): «Ey Âdem! Seni bu işe kim şevketti?» diye sordu. Adem (A.s.) : «Havva tarafından bu işe itil­dim.» diye cevap verdi. Bunun üzerine Allah : «Her ay ondan kan (hayız kanı) akıtacağım. Ben onu akıllı ve vakarlı olarak yaratmıştım; şimdi ise onu hafif akıllı kılacağım. Ben onun kolaylıkla gebe kalıp, yine kolaylıkla doğum yapmasını sağlamıştım. Şimdi ise onun zahmetle hamile kalıp, zah­metle doğurmasını takdir edeceğini ve doğum esnasında defalarca onu Ölü­me mâruz bırakacağım.» buyurdu. Eğer Havva'nın başına bu musibet ve imtihan gelmesiydi, kadınlar hayız görmeyeceklerdi ve hepsi de akıllı vs vakarlı olup, kolayca hamile kalıp ve kolayca doğuracaklardı.

Bundan sonra Allah (C.c.) Hz. Adem'e : «Senin yaratıldığın toprağa Öy­le bir lanet edeceğim ki, bu lanet sebebiyle yer yüzünün meyveleri dike­ne dönecektir.» buyurdu.

İşte o vakitler cennette ve yer yüzünde sidr (Arabistan kinazi) ve talh (Muğaylan) ağaçlarından daha üstün bir ağaç yoktu.

Alalı (C.c.) yılan için de şunları söyledi : «Mel'un iblis senin içine gi­rip kulumu (Adem'i) aldattı. İşte bu yüzden sen öyle bir lanete uğradın ki, bu sebeble rızkın toprak, ayakların karnının içinde olacaktır. Ayrıca sen Âdemoğullarınm, onlar da senin düşmanın olacak, sen rast geldiğin­de onlardan birinin ökçesinden yakalayacaksın, o da rast geldiği yerde senin başını ezecektir. Birbirlerinize düşman olarak yer yüzüne ininiz.» Burada birbirlerine düşman olarak yer yüzüne inecek olanlar Âdem, İblis ve yılandır. Böylece Allah (C.c.) onları yer yüzüne indirdi. Ayrıca Allah, Hz. Âdem ve Havva'nın içerisinde bulunduğu nimet ve üstünlüğü ellerin­den aldı.

Anlatıldığına göre, Sa'îd b. Müseyyeb yemin ederek: «Âdem (A.s.) ak­lı başında iken bu ağaçtan yemedi; ancak Havva'nın kendisine sunduğu şaraptan sarhoş olup Havva'nın onun elinden tutarak ağacın yanma getirme­sinden sonra bu ağaçtan yedi.» diyor.

Ben, Sa'îd b. Müseyyeb'in bu sözüne hayret ediyorum. Çünkü Allah (C.c.) cennet şarabım tavsif ederken : «(Cennetteki şaraptan) sarhoş olmak yoktur.» (Sâffât, 47) buyurmaktadır. Bu ayet karşısında nasıl olur da o bu sözü söyleyebilir? [16]


Âdem (A.S.)'İn Cennete Yerleştirildiği, Cennetten Çıkarıldığı Ve Tevbesiııin Kabul Olduğu Günün Hangi Gün Olduğu



Ebû Hüreyre (R.a.)'nin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (S.a.) şöyle buyurur : «Güneşin doğduğu en hayırlı gün cuma günüdür. Âdem bu gün yaratıldı, bu gün cennete yerleştirildi, bu gün cennetten çıkarıldı, Allah onun tevbesini bu gün kabul etti ve kıyamet bu gün kopacaktır. Bu günün içerisinde Öyle bir vakit ve saat vardır ki müslüman bir kulun ha­yır dilekleri bu vakte rastlar ise mutlaka Allah onun dileklerini yerine ge­tirir.»

Abdullah b. Selâm şöyle diyor : «Ben bu saatin hangi vakitte olduğu­nu çok iyi biliyorum. Bu saat cuma günü gündüzünün son vaktidir.»

Bazılarının görüşüne göre, Allah (C.c.) Hz. Âdem ile Havva'yı Firdevs cennetine cuma günü sabahından iki veya diğer bir rivayette üç saat geç­tikten sonra yerleştirmiş ve yedi saat geçtikten sonra yer yüzüne indir­miştir. Buna göre Hz. Âdem ile Havva Firdevs cennetinde beş saat kal­mışlardır. Diğer bir rivayette ise onların bu cennette üç saat kaldıkları söylenir.

Ebu'l-Âliye ise, Hz. Âdem ile Havva'nın cuma gününün dokuzuncu veya onuncu, saatinde cennetten çıkarıldıklarını söylüyor.

Eğer Hz. Âdem ile Havva'nın cuma günü sabahından iki saat geçtik­ten sonra Firdevs cennetine yerleştirildiklerini söyleyen kişi bu sözüyle Hz. Âdem ve Havva'nın bu günkü şekliyle dünya günlerinden olan cuma gününden iki saat geçtikten sonra Firdevs cennetine yerleştirildiklerini an­latmak istiyorsa, bu sözü gerçekten pek uzak değildir ve doğrudur; çünkü selef alimlerinden aktarılan rivayetler, Hz. Âdem'in, bir günü bizim bin olan haftanın altıncı (yâni cuma) gününün son saatinde yaratıldığı tarzın­da nakledilmektedir. Bu günün bir saatinin bizim dünya yılımızdan sek­sen üç yıla muadil olduğu da bilinmektedir. Biz daha önce yukarıda Hz. Âdem'in topraktan olan hamurunun bizzat Allah (C.c.) tarafından yoğu-rulduktan sonra ve kendisine ruh üfürülmezden önce kırk yıl bekletildiğ1'ni zikretmiştik. Şüphesiz bu kırk yıl bizim dünya yılımız itibariyle hesap edilmiştir. Hz. Âdem'e ruh üfürüldükten sonra cennete yerleştirilmesi ve cennetten çıkarılıp yer yüzüne indirilmesi gibi hâllerin şüphesiz bizim dünya yılımız itibariyle 35 yıl (her hâlde doğrusu 43 yıl olacak) kadar bir müddet içinde cereyan etmiş olduğu inkâr edilemez.

Eğer bu sözü söyleyen kişi, beher günü bin yıl kadar olan cuma gü­nünden iki saat geçtikten sonra Hz. Âdem ve Havva'nın Firdevs cennetine yerleştirilmiş olduğunu kasdediyorsa, gerçekten ve doğrudan uzaklaşmış olur; çünkü bu konuda söz salâhiyeti bulunan bütün alimler, ruhun Hz. Âdem'in cesedine cuma gününün son saatinde ve güneş batmazdan biraz önce üfürüldüğünü söylüyorlar.

Ebû Salih'in İbn Abbâs (R.a.)'tan rivayetine göre, Hz. Âdem ahiret günü itibariyle yarım gün yani beş yüz yıl kadar cennette kalmıştır. Bu rivayet ise Hz. Peygamber (S.a.)'den nakledilen hadislere ve diğer alimler­den aktarılan rivayetlere aykırı düşmektedir. [17]


Âdem (A.s.) ile Havva'nın Yeryüzünün Neresine İndirildikleri



Rivayet edildiğine göre, Allah (C.c), Âdem ile birlikte eşi Havva'yı on­ları yarattığı gün olan cuma günü güneş batmazdan önce gökten yer yü­züne indirdi.

Hz. Ali (R.a.), İbn Abbâs, Katâde ve Ebu'l-Âliye bu hususta şöyle diyorlar : «Âdem (A.s.), Hindistan'ın Serendîb topraklarında bulunan Nûd (veya Bûd) dağı üzerine, Havva da Cidde'ye indirildi.»

İbn Abbâs diyor ki : «Âdem (A.s.)'üı Havva'yı aramak için attığı adım­lardan her ayak bastığı yer köy ve kasaba, adımlarının arasındaki boş­luklar ise ova ve sahra oldu. Hattâ Âdem (A.s.) yürüyerek «Cem» denilen yere gelince Havva ile buluştu. Bu yüzden onların buluştukları yere, "bu-luşturıtcu" ve "bir araya getirici" manasına geldiği için "Müzdelife" adı verildi. Ayrıca onlar "Arafat" 'ta tanıştıkları için buraya da tanışma ma­nasına gelen "Arafat" ismi verildi. "Cem' " denilen yerde birbirleriyle bu­luşup bir araya geldikleri için burasına da "Cem' " denildi. Yılan, İsfahan'a, İblis de Meysân'a indirildi.»

Bir diğer rivayette ise Âdem (A.s.) çöle, İblis de Ubülle'ye indirilmiş­lerdir.

Ebû Ca'fer et-Taberî diyor ki : «Bu husustaki haber ve rivayetlerin doğruluğunu bilmek ancak hüccet derecesinde bir haber (hadîs) in rivayet edilmesiyle mümkün olur. Kaldı ki biz, bu hususta Âdem'in Hindistan'a in­dirildiğini bildiren bir haber (hadîs) den başkasını da bilmiyoruz. Bu habe­rin sıhhatini de İslâm alimleri reddetmemişlerdir.»

İbn Abbâs'm ifadesine göre; Âdem (A.s.), Nûd dağı üzerine indirildi­ğinde ayakları yerde, başı da gökteydi; meleklerin teşbihini dinliyordu, me­lekler ise ondan korkuyorlardı. Bu yüzden melekler, Alah'tan Âdem'in boyunun kısaltılmasını istediler, bunun üzerine Allah (C.c.) boyunu altmış arşına indirdi. Âdem (A.s.) ise meleklerin seslerini ve teşbihlerini işitemez bir hale geldiği için bu duruma çok üzüldü. Hattâ Âdem : "Ey Rabbim! Ben yurdunda senin komşun idim, benim senden başka da rabbim yoktu. Beni cennetine koymuştun, dilediğim yerden yiyor, dilediğim yerde kalı­yordum; fakat sen beni mukaddes bir dağa indirdin, ben burada da melek­lerin seslerini işitiyor, cennetin kokusunu alıyordum. Şimdi ise boyumu altmış arşına düşürdün; bu yüzden meleklerin sesleri kesildi, Arşının etra­fındaki tavaf görüntüleri gözlerimden uzaklaştı, cennetin kokuları kay­boldu" dedi. Bunun üzerine Allah ona : "Ey Âdem! Bu senin işlediğin gü­nahın bir neticesidir" diye cevap verdi.

Allah (C.c), Âdem ile Havva'nın çıplaklığını görünce, cennetten indir­diği sekiz çift koyundan bir koçu boğazlamasını Âdem (A.s.)'e emretti. Bu­nun üzerine Âdem bir çok alıp bunu boğazladı ve yününü aldı. Havva bu yünü eğirdi, Âdem ise eğirilen bu yünü dokudu; kendisine bir cübbe, Hav­va'ya bir gömlek ile bir baş örtüsü yaptı. Böylece her ikisi de bunları gi­yindiler.

Anlatıldığına göre, Allah (C.c), Âdem ile Havva'ya bir melek gönder­miş ve bu melek hayvanların ve koyunların derilerinden giyecekleri şeyi onlara öğretmiştir.

Yine anlatıldığına göre, yukarıda geçen yün ve deri elbiseler Âdem (A.s.)'in evlâdının giymiş oldukları elbiselerdi. Âdem ile Havva'nın elbi­seleri ise cennet yapraklarından üzerlerine örttükleri elbiselerdi.

Allah (C.c.) Âdem'e şöyle vahyetti: «Ey Âdem! Arş'ımın hizasında benim bir harem yerim vardır. Sen oraya git, benim için ev (mâbed) yap. Meleklerimin Arş'ımın çevresinde nasıl tavaf ettiklerini gördün, sen de bu evimin çevresinde o şeklide tavaf et. İşte ben orada senin ve bana ita­atte bulunacak olan evladının dualarını kabul edeceğim.»

Bunun üzerine Hz. Âdem (A.s.) : «Ey Rabbim! Bu benim için nasıl mümkün olur? Benim buna gücüm yetmez, ayrıca ben buranın yolunu da bilmiyorum» dedi. Hz. Âdem'in bu ilticası üzerine Allah onun refakatine bir melek verdi ve Âdem (A.s.) onunla birlikte Mekke tarafına gitti. Hz. Âdem, çayırlı çimenli bir yere uğradığında meleğe : «Beni buraya indir.» dedi. Melek ise onun bu türlü tekliflerine : «Olmaz, olduğun yerde dur.» diye karşılık verirdi. Bu durum Mekke'ye kadar böyle devam etti. Niha­yet Hz. Âdem'in inip konakladığı her yer mamur oldu, geçip gittiği yer­ler ise çöl ve sahra hâlini aldı. Âdem (A.s.) Sina (Tûr-ı Sînâ), Zeytun, Lüb­nan, Cûdî ve Hıra olmak üzere bu beş dağdan getirdiği taşlarla bu evi (Ka'be'yi) yaptı. Onun temelini ise Hıra dağının getirdiği taşlarla kurdu. Nihayet evin (Ka'be'nin) yapısı tamamlandıktan sonra melek onu Arafat'a götürdü ve ona bugün hacıların yaptıkları bütün hac menâsikini öğretti. Bundan sonra melekle birlikte Âdem (A.s.) Mekke'ye geldi ve bir hafta evi (Ka'be'yi) tavaf etti. Daha sonra Hz. Âdem Hind ülkesine geri döndü ve orada Nûh dağında öldü.

Bu görüşe göre, Hz. Âdem ile Havva birlikte yere inmiş oluyorlar; ayrıca evi (Ka'be'yi) de Âdem (A.s.) yapmış oluyor. İşte bu görüş, Allah'ın izniyle ilerde anlatacağımız üzere evin (Ka'be'nin) gökten indirildiği görü­şüne aykırı düşmektedir.

Anlatıldığına göre, Hz. Âdem Hind ülkesinden kırk defa yaya olarak gelip hac yapmıştır. Hz. Âdem Hind ülkesine indiği zaman onun başında cennet ağacından yaprağından yapılmış bir taç vardı. Âdem (A.s.) yere in­dikten sonra tacın yapıldığı ağacın yaprakları kuruyup yere döküldü. İşte bundan Hind ülkesinde bulunan her türlü hoş kokulu bitkiler bitti. Bir rivayete göre de bu hoş kokulu bitkiler Havva ile Hz. Âdem'in üzerlerini kapattıkları cennet yapraklarından meydana gelmişlerdir.

Bir başka rivayete göre, Hz. Âdem cennetten çıkarılmakla emredildi-ğî zaman o cennetteki her ağacın yanından geçerken dallarından birer tane koparmış ve yere İndiği zaman bu dallarla birlikte inmiştir. İşte Hind ül­kesindeki hoş kokulu bitkilerin aslını bunlar teşkil etmiştir. Ayrıca Allah Hz. Âdem'e cennet meyvelerinden de vermiştir. İşte bizim dünyadaki mey­velerimiz, bu cennet meyvelerinden meydana gelmiştir. Ne var ki, cennet meyveleri bozulmaz; fakat dünya meyveleri çürüyüp bozulur.

Yine Allah Hz. Âdem'e her şeyin san'a tını öğretti. Âdem (A.s.) ile birlikte cennet kokuları, Haceru'l-esved (siyah taş) ve Musa (A.s.)'nm asa­sı da indirildi. Haceru'l-esved, cennet yakutundan bir taştı ve yere indiril­mezden önce kardan daha beyazdı. Hz. Musa'nın asası ise cennetin ağaçla­rından âs (mersin ağacı) ile lübân (çam ağacın) dan yapılmıştı. Bunlardan sonra da örs, tokmak ve kerpeten gibi aletler indirildiler.

Âdem (A.s.)'in endam ve şekli gayet güzeldi; hattâ Yûsuf (A.s.) hariç, evlâdından hiç birisi kendisine benzemiyordu. Cebrail (A.s.) Hz. Âdem'in yanma bir kese buğdayla birlikte gönderildi. Âdem (A.s.) : «Bu nedir?» di­ye sordu. Cebrail (A.s.) : «Bu seni cennetten çıkaran nesnedir.» diye cevap verdi. Hz. Âdem : «Ben bunu ne yapacağım?» dedi. Cebrail (A.s.): «Bunu yeryüzüne (toprağa) serp.» diye karşılık verdi. Âdem (A.s.) buğday tanele­rini yere serpti ve anında bu taneler Allah tarafından yetiştirilip buğday haline getirildiler. Bundan sonra Âdem (A.s.) bu tanelerden biten ekinleri biçip bir araya topladı ve ovalayarak samanından ayırdıktan sonra onları Öğütüp hamur kardı ve ekmek yaptı. İşte bunların hepsi Cebrail (A.s.)'in ona öğretmesi ile oldu. Ayrıca Cebrail (A.s.) Âdem (A.s.)'in yanma taş ve demir getirdi; Hz. Âdem bunları birbirine sürtünce ateş çıktığını gördü ve böylece ateş yakmasını öğrendi. Yine Cebrail (A.s.) ona demirciliği ve ekin ekip biçmesini de Öğretti. Bu arada kendisine bir de öküz gönderildi. Böy­lece Âdem (A.s.) onunla çift sürmeye başladı. Bir rivayete göre Allah (C.c.)'m Hz. Âdem ile Havva'ya hitaben : «Ey Âdem! Hiç şüphesiz o (İblis) senin de eşin Havva'nın da düşmanıdır. Bundan dolayı satın o sizi cen­netten çıkarmasın, sonra zahmete düşersin.» fTâhâ, 177) buyurduğu bu ayette zikredilen zahmet, işte bu rençberlik zahmetidir.

Bundan sonra Allah (C.c.) Hz. Âdem'i (Nûd) dağından indirdi ve yer yüzü ile birlikte onun üzerinde bulunan cin, hayvan, kuş ve benzeri diğer bütün varlıkları onun hakimiyet ve mülkiyetine verdi. Bunun üzerine Hz. Âdem Allah (C.c.)'a maruzatta bulunarak : «Ey Rabbim! Şu yer yüzünde seni benden başka kim teşbih edecek?» dedi. Allah (C.c.) ona : «Pek yakın­da senin sulbünden bana hamd edip beni teşbih edecek bir zürriyet çıka­racağım. Ayrıca yer yüzünde adımın anılması için yüksek yüksek evler (nıâbedler) yapacağım; yine yeryüzünde kendisine üstünlük ve şeref tah­sis edeceğim bir ev (mabed) yapacağım ve ona kendime nisbet ederek evim (yani Beytulah) ismini verip onu emniyetli bir harem (dokunulmazlık) yeri kılacağım. Kim bana saygı duyarak bu eve hürmet gösterip burasını harem yeri kabul ederse, kendisine bahşedeceğim şeref ve itibara hak ka­zanacaktır. Kim de onun ahalisini korkutursa, bana karşı olan ahdini boz­muş olur ve harem saydığım bu yerin hürmetini ihlal etmiş sayılır. Yine ben bu evimi yeryüzünde insanlar için kurulmuş ilk ev (mabed) kılacağım. Kim bu evimi kasdederek hac yapmak maksadıyla gelir ve bundan başka bir maksadı da yoksa, bana gelmiş, beni ziyaret etmiş olur ve benim mu-safirim sayılır. Kerim (cömert) olana yakışan ise musafir ve konuklarına ikram etmek ve hemen onların hacetlerini yerine getirmektir. Ey Âdem! Hayatta kaldığın müddetçe bu evin imar ve bakımını sen yapacaksın. Bun­dan sonra da buranın imar ve bakımını senin evlâdından gelecek olan üm­metler ve peygamberler asırlar içerisinde sırayla üstleneceklerdir.» bu­yurdu.

Bundan sonra Allah (C.c.) Hz. Âdem'e harem yeri kıldığı eve (yani Beytü'l-haram'a) gitmesini emretti. Bu ev (mabed) tek bir yakut, bir ri­vayete göre tek bir inci halinde cennetten indirilmişti. Bu ev (mabed), Allah'ın Nûh (A.s.)'un kavmini suda batırdığı tufana kadar olduğu gibi kaldı. Tufan esnasında Allah bu evi göğe kaldırdı, temeli ise yerinde kal­dı. Allah (C.c.) bunu İbrahim (A.s.) için hazırladı ve Allah'ın izniyle iler­de bahsedeceğimiz üzere Hz. İbrahim (A.s.) bu temel üzerine Ka'be'yi inşa etti.

Nihayet Hz. Âdem hac yapmak ve tevbe etmek üzere Beytü'l-harâm'a hareket etti. Âdem (A.s.) ile Havva ettikleri hatâ ve kaybettikleri cennet nimetleri yüzünden burada iki yüz sene ağladılar ve kırk gün hiç bir şey yiyip içmediler; ancak kırk gün sonra yiyip içmeğe başladılar. Bu arada Âdem (A.s.) Havva'ya yüz yıl yaklaşmadı. Neticede Hz. Âdem hac için Beytü'1-haı-âm'ı ziyaret etti ve Rabbiııden kelimeler bekleyip tevbe etti; Allah da onun tevb e sini' kabul etti. Bu husus şu ayette bildirilmektedir : «Ey Rabbimiz! Biz kendimize yazık ettik. Eğer bizi bağışlamaz, bizi esir­gemezsen her halde zarara uğrayanlardan olacağız.» (Araf, 23). [18]


Hz. Âdem'in Sulbünden Zürrîyetinm Çıkarılması ve Kendilerinden Söz Alınması



İbn Abbâs'tan rivayet eden Sa'îd b. Cübeyr şöyle diyor : «Arafat'ın arka kısmında bulunan "Nâ'mân" denilen yerde Alah (C.c.) Hz. Âdem'in zürreyetinden söz aldı ve kıyamete kadar yaratacağı bütün zürriyeti onun sulbünden çıkarıp küçük karıncalar gibi huzuruna topladı, sonra onları karşısına alarak : «"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" dedi. Onlar ; "Evet Rabbimizsin" dediler. (İşte bu şâhidîendirme) kıyamet günü : "Bizim bun­dan haberimiz yoktu" dememeniz içindi. Yahut : "Baîıa evvel atalarımız Allah'a şirk koşmuştu. Biz de onların ardından gelen bir nesiliz. Şimdi o bâtılı kuranların işlediği günahlar yüzünden bizi helak mi edeceksin" de­memeniz içindi.» (A'râf, 172, 173).

Yine İbn Abbâs'tan rivayet edildiğine göre, Allah onlardan "Dahnâ" denilen yerde söz almıştı.

Süddî ise şöyle diyor : «Allah (C.c.) Hz. Âdem'i cennetten çıkarıp he­nüz gökten yer yüzüne indirnıezden Önce sırtının sağ tarafını sıvazlayıp inci gibi beyaz ufak karıncalar şeklinde ondan zürriyetini çıkardı ve on­lara : "Rahmetimle cennete giriniz." buyurdu. Yine aynı şekilde Allah (C.c) Hz. Âdem'in sırtının sol tarafını sıvazlayıp ufak karıncalar şeklinde siyah renkli diğer bir zürriyet (nesil) çıkardı ve onlara da : "Siz de cehennem ateşine giriniz; zira sizin buraya girmenizin benim için Önemi yok­tur" buyurdu. İşte Allah'ın kendilerine bu şekildeki hitabı, Kur'an'da es-hâb-ı yemîn (sağcılar) ve eshâb-ı şimal (solcular) olarak bildirilen bu zür-riyetlerin ikili bir tasnife tâbi tutulduğu zaman olmuştu.»

Bundan sonra Allah (C.c.) Hz. Âdem'in bu zürriyetlerinden söz aldı ve onlara : «Ben sizin Rabbiniz değil miyim» buyurdu. Onlar da : «Evet sen bizim Rabbimizsiıı,» diye cevap verdiler. Böylece onların bir kısmı gönüllü olarak, diğer bir kısmı ise takiyyeten (gönüllü görünerek) Allah'a söz verdiler. [19]


Hz. Âdem (A.s.)'in Zamanında Dünyada Meydana Gelen Hâdiseler



Bu hadiselerin ilki Hz. Âdem'in oğlu Kabil'in kardeşi Hâbil'i öldürme-siyle başladı. İlim adamları Kabil'in ismi hakkında ihtilâfa düşmüşlerdir. Onların bir kısmı onun adının Kayn, diğer kısmı Kâin (veya Kâbîn), bir diğer kısmı Kâyin ve bir başka kısmı da Kâbîl olduğunu söylemişlerdir.

Yine ilim adamları Kabil'in kardeşi Hâbil'i öldürmesinin sebebi hak­kında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.

Bir rivayete göre Kabil'in Hâbil'i öldürmesinin sebebi şu idi : Âdem (A.s.) malûm hatâya düşmezden önce cennette Havva'ya yaklaşmıştı ve bu yaklaşmadan Havva Kabil ile ikizine hamile kalmıştı. Havva onlara gebe iken zahmet ve ağrı duymamıştı. Hattâ onları doğrurken de doğum san­cısı çekmemiş ve cennet temiz olduğu için de doğum esnasında kan gör­memişti. Ancak Âdem (A.s.) ile Havva yasak ağaçtan yiyip yer yüzüne in­dirildikten ve yer yüzünde yerleştikten sonra Âdem (A.s.) Havva'ya tekrar yaklaştı ve bu yaklaşmadan Havva Hâbil ile ikizine hamile kaldı. Fakat bu defa Havva onlara gebe iken sancı ve zahmet duymaya başladı. Hattâ on­ları doğururken doğum sancısı çekip doğum esnasında kan da görmüştü.

Anlatıldığına göre, Havva gebe kaldığı zaman her vakit biri kız, di­ğeri erkek olmak üzere daima ikiz çocuğa hamile kalırdı. Böylece Havva Âdem (A.s.)'üı sulbünden gelmek üzere onun için yirmi batında erkek ve kız evlat olmak üzere kırk çocuk dünyaya getirdi. Bunlardan erkek olan­lar, kendi ikizi hariç olmak üzere diğer batınlardan doğan kız kardeşlerin­den istediği ile evlenebilirdi; ancak ikizi olan kız kardeşiyle evlenmek he­lâl değildi, çünkü o zaman anneleri Havva ile kendi kız kardeşlerinden baş­ka kadın bulunmuyordu. Bu yüzden Hz. Âdem oğlu Kabil'e Hâbİl'in ikiziy-le, diğer oğlu Hâbil'e de kardeşi Kabil'in ikiziyle evlenmelerini emretti.

Diğer bir rivayette ise Kabil'in Hâbil'i öldürmesi şu şekilde olmuş­tur : Âdem (A.s.) (hac yapmak için) ortadan bir ara kaybolmuştu. Yola çıkmak istediği zaman göğe hitaben : «Çocuğumu emanet olarak sen ko­ru» dedi, fakat gök bunu kabul etmedi. Bunun üzerine Hz. Âdem yere ve dağlara aynı hitabım tekrarladı; fakat onlara bunu kabullenmekten çekin­diler. Bu defa Hz. Âdem bu vazifeyi oğlu Kabil'e teklif etti; o da bu tek­lifi kabul edip babası Âdem (A.s.J'e : "Evet gidebilirsin, döndüğün zaman onu istediğin gibi bulacaksın" dedi. Nihayet Âdem (A.s.) yoluna devam et­ti; fakat durum anlatacağımız gibi gerçekleşti. Bu hususta Allah (C.c.) şöy­le buyurur : «Biz emâneti göklere, yere ve dağlara arzettik de onlar bu­nu yüklenmekten çekindiler ve endişeye düştüler. İnsan bunu sırtına yük­lendi; çünkü o çok zalim, çok cahildir.» (Ahzâb, 72). Hz. Âdem oğulları Ka­bil ile Hâbil'e kız kardeşlerinin nikâhı hususunda söylemek istediklerini söyleyince, Hâbü babasının sözünü kabul edip buna rıza gösterdi. Fakat Kabil babasının sözünü dinlemedi ve Hâbil'in ikizi olan kız kardeşiyle ev­lenmek istemediği gibi kendi ikizi olan kız kardeşini de Hâbil ile evlendir­meye yanaşmadı. Hattâ itiraz ederek : «Biz cennette doğduk, onlar ise dünyada doğdular» dedi.

Kabil'in Hâbil'i öldürmesi konusunda bazı ilim adamları da şunları söylüyorlar :

Kabil'in ikizi olan kız kardeşi insanların en güzeli idi; Kabil onu kar­deşi Hâbil'den kıskandı ve onunla kendisi evlenmek istedi. Aslında Hâbil ile ikizi olan kız kardeşi cennette doğmamışlar, yer yüzünde dünyaya gel­mişlerdi. İşin doğrusunu ise en iyi bilen Allah'tır. Âdem (A.s.) oğlu Kabil'e: «Ey oğlum! İkizin olan kız kardeşin sana helal değildir.» dedi, fakat Kabil babasının bu sözüne karşı çıkıp reddetti. Bu defa Âdem (A.s.) ona : «Ey oğ­lum! Bir sen bir de kardeşin Hâbil Allah'a kurban sunun. Allah (C.c.) han­ginizin kurbanını kabul ederse bu kızla evlenmeye o daha lâyıktır.» Kabil tarımla, Hâbil ise hayvancılıkla meşgul oluyordu. Bunun için Kabil Al­lah'a kurban olarak buğday, Hâbil ise genç koyunlar, bir rivayete göre bir sığır sundu. Nihayet Allah tarafından gönderilen beyaz bir ateş Hâbil' in kurbanım yaktı, Kâbü'inkini ise olduğu yerde bıraktı. O zamanlar Al­lah'ın bir kurbanı kabul edip etmemesi ateşin onu yakıp yakalamasıyla bilinirdi. Allah (C.c.) tarafından Hâbil'in kurbanı kabul edilip Kabil'in ikiz kız kardeşiyle evlenmesine hükmedilince, Kabil öfkelendi ve gururuna mağlûp oldu; hattâ şeytanın kendisine galip gelmesiyle kardeşi Hâbil'e : "Kız kardeşimle evlenmemeni sağlamak için mutlaka seni öldüreceğim" dedi. Bunun üzerine Hâbil de : «Allah ancak günahlardan sakınanların kur­banım kabul eder. And olsun ki, beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatıcı değilim; çünkü ben âlemlerin Rabbi Allah'tan korkarım. Dilerim ki, sen kendi günahınla birlikte benim günahımı da yüklenip o ateşin yaranından olasın. İşte zâlimlerin cezası budur.» (Mâide, 27-29) dedi. «Nihayet onun (Kabil'in) nefsi kardeşini (Hâbil'i) öldürmeğe uymuştu da onu öldürmüştü; bu yüzden ziyana uğrayan­lardan olmuştu.» (Mâide, 30). Neticede Kabil Hâbil'i takip etti ve onu ko­yunlarını otlattığı bir sırada öldürdü. Kur'ân-ı Kerîm'de kıssaları anlatı­lan iki kişi ise Hâbil ile Kabil'dir. Bu hususu Allah (C.c.) Kur'âıı'da şu şe­kilde beyan ediyor : «Onlara Âdem'in iki oğlunun gerçek olan haberini oku. Hani onlar (kendilerini Allah'a) yaklaştıracak birer kurban sunmuş­lardı da ikisinden birîninki kabul olunmuş, öbürününkü ise kabul olun­mamıştı. O (Kabil), kardeşi (Hâbil'e) : "Seni elbette öldüreceğim" demiş­ti. (Hâbil de) ona : "Allah ancak (kendisinden) korkanlarmkini kabul eder" demişti.» (Mâide, 27).

Kabil, kardeşi Hâbil'i öldürünce şaşırıp kaldı ve kardeşinin cesedini nasıl defnedeceğini bilemedi; çünkü iddia edildiğine göre, âdemoğulların­dan ilk defa Öldürülen Hâbil idi. Bunun üzerine Allah (C.c.} : «Yeri eşerek kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermek üzer*-; bir karga gönderdi. (Kabil): "Eyvah! Yazıklar olsun bana! Ben şu karga gibi olup da kardeşi­nim cesedini gömmekten âciz mi kaldım?" dedi. Artık o (yaptığından dola­yı) pişmanlığa düşenlerden oldu. Bundan dolayıdır ki, İsrâiloğullarına şu gerçeği hükmettik : "Kim bir canı, bir can karşılığı olmaksızın (yani kısas) veya yer yüzünde bir fesad çıkarmaksızın öldürürse bütün insanları öldür­müş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa (öldürmezse) bütün insanları ilı-yâ etmiş (diriltmiş) gibi olur. And olsun ki peygamberlerimiz onlara bey-yineler (mucize ve delüelr) ile geldiler. Fakat onların içlerinden bir çoğu, bunlardan (mucize ve delillerden) sonra (hâlâ) yer yüzünde (fesad ve cina­yet) hususunda haddi aşmağa devam ettiler." (Mâide, 31, 32).

Kabil, Hâbil'i öldürünce Allah (C.c.) ona : «Ey Kabil! Kardeşin Hâbil nerede?» diye sordu. Kabil de : «Bilmiyorum, ben onun muhafızı değilim.» diye cevap verdi. Bunun üzerine Allah (C.c.) ona : «Kardeşin Hâbil'in kanı yer yüzünden şu anda bana sesleniyor ve ağzım açarak kardeşinin kanım yutan yer yüzü sana lanet okuyor. Yer yüzünde toprağı işleyip ektiğin za­man o sana mahsûlünü ancak yer yüzünde dehşet ve korku içerisinde kal­man şartıyla verecektir.» buyurdu. Bu durum karşısında Kabil: «Ey Rab-bim! Eğer hatamı bağışlamazsan, suçum çok büyük olacaktır.» dedi.

Anlatıldığına göre, Kabil, kardeşi Hâbil'i Hıra dağı yokuşunda öldür­müştür. Bundan sonra Kabil dağdan inerek kız kardeşinin elinden tutup Yemen topraklarında bulunan Aden'e kaçmıştır.

İbn Abbâs bu hususta şunları anlatıyor :

«Kabil, kardeşi Hâbil'i Öldürdükten sonra kız kardeşinin sîinden tu­tarak Nûd (veya Bûd) dağından düz bir yere indi. Âdem (A.s.) ona döne­rek : "Haydi git buradan! Dâima sen korku içerisinde kalıp gördüğün kimselerden emin olmayacaksın" dedi. Bundan sonra Kabil, hangi evlâdı­nın yanından geçtiyse onun tarafından taşa tutuldu. Bu sırada Kabil'in evlâ­dından kör birisi kendi oğlu ile birlikte Kabil'in yanından geçiyordu. Oğlu babasına : "işte bu adam senin baban Kabil'dir; ona taş at" dedi. Bunun üzerine âmâ, babası Kabil'e bir taş attı ve onu Öldürdü. Bu defa oğlu âmâ babasına : "Sen babanı öldürdün" dedi. Oğlunun bu sözü üzerine âmâ, vur­duğu bir tokatla oğlunu da öldürdü. Bunun üzerine o : "Yazık oldu bana; bir taş attım babamı öldürdüm, bir tokat vurdum oğlumu öldürdüm'" dedi.»

Kabil öldürüldüğü zaman yirmi yaşındaydı; Kabil onu öldürdüğü za­man ise yirmi beş yaşında bulunuyordu.

el-Hasen'e göre, Allah (C.c.)'m Kur'ân'da zikrettiği ve haklarında : «Onlara Âdem'in iki oğlunun gerçek haberini oku» (Mâide, 27) buyurdu­ğu bu iki kişi Hz. Âdem (A.s.)'in sulbünden gelen (ilk) oğullarından değil­dir, bunlar İsrâiloğullarmdandır. Diğer taraftan ilk defa ölen kimsenin de Hz. Âdem (A.s.) olduğu bilinmektedir.

Ebû Ca'fer et-Taberî bu hususta şunları söylüyor :

«Bana göre doğru olan ise bu iki kişinin (Kabil ile Hâbil'in) Hz. Âdem' in öz oğullarından olmalarıdır; çünkü sahih bir hadiste Hz. Peygamber (S.a.) : "Haksız yere öldürülen her kişiden mutlaka Âdem'in ilk oğlunun (Kabil'in) üzerine bir günah payı yazılır; çünkü ilk defa öldürme işini baş­latan odur." buyurmuştur. İşte bundan anlaşılıyor ki, Kur'ân'da zikri ge­çen Âdem'in iki oğlu onun ilk ve öz evlâdı olan Kabil ile Kabildir. Ayrıca İsrailoğullârından önce de Âdem'in oğulları arasında öldürme hadisesinin varlığı bilinmektedir. Diğer taraftan bu hadiste, Âdem'in ilk oğlunun öl­dürme işini ihdas ettiği de ifade edilmektedir. Hz. Âdem'den Önce zürriye-tinden ölenlerin bulunduğuna bir delil de şu iki ayetin tefsirinde zikredi­len rivayettir. Allah (C.c.) bu iki ayette şöyle buyurur : «Sizi bir candan (Âdem'den) yaratan, bundan da (gönlü) kendisine ısınsın diye eşini yapan O'dur. Vakta ki o, eşine yaklaştı da eşi hafif bir yük yüklendi (hamile kal­dı) ve bir müddet bununla gidip geldi. Nihayet (gebeliği) ağırlaşmca ikisi (Âdem ile Havva) Rabblerine şöyle dua ettiler : "Eğer bize düzgün bir ço­cuk verirsen and olsun ki biz sana şükredenlerden olacağız." Fakat Allah onlara düzgün bir çocuk verince, kendilerine verdiği bu çocuk hakkında O'na eşler tutmaya başladılar. Onlar neyi eş tutuyorlarsa Allah (C.c.) onlar­dan münezzeh ve yücedir.» (Araf, 187,190).

İbn Abbâs, İbn Cübeyr, es-Süddî ve diğer alimler bu iki ayetin tefsi­rinde şöyle diyorlar :

«Havva, Âdem (A.s.)'den meydana gelen çocuklarına ad olarak Ab­dullah, Abdurrahman gibi isimler verirdi. Fakat bu adlardaki çocuklar ya­şamayıp ölürlerdi. Bu sıralarda İblis onların yanma gelerek : «"Eğer ço-cuklarınıza bu isimlerden başka isimler verirseniz, onlar muhakkak ya­sarlar" dedi. Bundan hemen sonra Havva doğuduğu çocuğunun adını Ab-dulhâris koydu. Bu ad aynı zamanda İblis'in de adıydı. İşte : "Sizi bir can­dan yaratan O'dur..." sözleriyle başlayan bu ayetler, bu hadiseyi anlatmak üzere indirilmişlerdir. Ayrıca bu şekildeki tefsir tarzı merfû olarak da ri­vayet edilmiştir.»

Ben diyorum ki:

«Allah (C.c.)'m Hz. Âdem ile Havva'nın çocuklarını önceleri öldürme­si, Abdulhâris adım verdikleri çocuğunu yaşatması onları imtihan edip de­nemek içindir. Her ne kadar Allah, varlıîdarm (durumlarını ve niyetleri­ni) imtihan etmeden bilirse de, bu bilgiye savap ve ıkap terettüp etmemek­tedir. (Yani sevap ve azaba müstehak olmak için varlıklar (insanlar) Allah tarafından dünyada mutlaka imtihan edilirler).»

Yine ilk defa ölenin ve öldürenin Hz. Âdem'in öz evlâdından olduğu­na dair diğer bir delil de alimlerin Hz. Ali b. Ebû Tâlib'den naklettikleri şu rivayettir :

«Hâbil, Kabil tarafından öldürüldüğü zaman Âdem (A.s.) şu mealdeki mısralar ile başlayan beyitler söylemiştir : "Ülkeler ve üzerinde yaşayan­lar değişti, yer yüzü karanlık ve çirkin bir manzara arzediyor, renkli ve tatlı olan her şey değişip bozuldu, güzel yüzlerde neşe ve sevinç eseri kalmadı.»

Fars alimlerinden pek çoğu Keyûmers'in Âdem (A.s.) olduğunu iddia ederler. Onlardan bazıları ise Keyûmers'in Âdem (A.s.)'in sulbünden gelen öz oğlu olup Havva'dan doğmuş olduğunu ileri sürerler. Keyûmers hak­kında daha pek çok ileri sürülen görüşler vardır; fakat bunları burada an­latmak kitabımızın hacmini kabartır, çünkü bizim asıl maksadımız geçmiş hükümdarları ve onların dönemlerim anlatmaktır. Yoksa bir hükümdarın nesebi konusundaki ihtilâfları zikretmek kitabımızın yazılış gayesine ay­kırı düşer. Şayet biz bir hükümdarın nesebi ile ilgili ihtilâflardan bahset­miş isek, bu sadece bilmeyenlere karşı bu hükümdarı iyice tanıtmak için­dir.

Farslı alimlerin Keyûmers hakkında ileri sürdükleri bu fikirler, Fars-lı olmayan diğer alimler tarafından kabul edilmemiştir. Onlar, Keyûmers' in "Âdem" ismiyle anılması hususunda Farslı alimlerle hemfikir olmaları­na rağmen, onun şahsı ve evsafı konusunda onlardan ayrı düşünmektedir-Ayrıca onlar, Farslı alimlerin Âdem diye ileri sürdükleri Keyûmers'in ise Hâm (doğrusu Gâmir) b. Yâfes b. Nuh olduğunu iddia etmektedirler.

Yine onlar Keyûmers hakkında şunları ileri sürmektedirler :

«Keyûmers, uzun ömürlü ve değerli bir zat olup doğu tarafında bulu­nan Taberistân'm dağlık bölgelerinden Dünbâvend'de yaşamış, burasını ve Fars'ı ele geçirdikten sonra durumu daha da güçlenmiş, oğullarına verdiği bir emirle onlar Bâbil'i, bir müddet sonra da bütün iklimleri (ülkeleri) hâ­kimiyetleri altına almışlardır. Ayrıca Keyûmers, şehirler ve kaleler yap­mış, kendisi için atlar edinmiş ve silâhlar hazırlamıştır. Fakat o, saltanatı­nın sonuna doğru cebbarlanıp zalim kesilmiş ve kendisine "Âdem" adım takmış, hattâ : «Kim beni bu addan başka bir isimle çağırırsa onu öldü­rürüm.» diye tehdit etmiştir. Keyûmers, otuz kadınla evlenmiş ve bunlar­dan nesli çoğalmıştır. O, ömrünün sonlarına doğru doğan oğlu Mâri ile kızı . Mâriyâne'yi çok beğendiği için onları diğer çocuklarına tercih edip öne ge­çirmiş ve kendisinden sonra gelen hükümdarlar bunların neslinden türe­mişlerdir.»

Ebû Ca'fer et-Taberî bu konuda şöyle diyor :

«Keyûmers'e dair haberleri burada zikretmemin sebebi, Keyûmers'in çeşitli milletlere mensup olan alimlerin ittifakıyla Acem olan Farslarm büyük atası olarak kabul edilmesinden ileri gelmektedir. Fakat onlar, yu­karıda bahsettiğimiz üzere, Keyûmers'in bütün insanların atası olan Hz. Âdem (A.s.) olup olmadığı hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bununla beraber Keyûmers'in kendisi ve çocukları tarafından kurulan devletler, doğu topraklarında ve dağlık kısımlarda, Hz. Osman b. Affân'ın halifeliği döneminde Yezdecird b. Şehriyâr'ın Merv'de öldürülmesine ka­dar kesiksiz olarak muntazaman devanı etmiştir. Diğer taraftan kâinatın ömrünü ve geçmişteki tarihî hadiseleri Fars hükümdarlarının isimlerine (ömürlerine) göre hesap etmek, diğer milletlerin hükümdarlarının ömür­lerine göre hesap etmekten hem daha kolay ve hem de gerçeğe daha ya­kındır; çünkü Fars devletleri dışında, âdemoğullarmdan gelen milletler tarafından kurulan hiç bir devletin bir hükümdardan diğer bir hükümdara ardı arkası kesilmeden muntazaman kesiksiz bir şekilde devredildiği bi­linmemektedir.

Ben şimdi, Âdem (A.s.)'in ve kendisinden sonra peygamber, hüküm­dar olan evlâdının ve Farslılarm atası olan Keyûmers'in ömürleri hakkın­da bize kadar ulaşan haberleri, yine Allah'ın izniyle bu peygamber ve hü­kümdarların, alimler arasında ihtilaflı olan durumlarıyla ittifaklı olan durumlarını ve muayyen bir zamanda hükümdar olduğu ittifakla kabul edilen her hangi bir hükümdarın durumunu zikredeceğim.

Âdem (A.s.), Allah'ın kendisine bahşettiği dünya mülkü yanında ay­rıca kendi çocukları için de peygamber ve elçi olarak gelmişti. Allah (C.c), Âdem (A.s.)'e yirmi bir sayfa indirmiş ve o bu sayfalan kendi eliyle yaz­mıştı. Bu sayfaları kendisine öğreten ise Cebrail (A.s.) idi.

Ebû Zerr (R.a.)'in rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (S.a.) : «Peygamberlerin sayısı yüz yirmi dört bindir.» buyurmuştur. Ebû Zerr (R.a.yin : «Bunların kaç tanesi elçi (rasûl)dir?» sorusuna Hz. Peygamber : «Hoş ve sayıları büyük bir grubu oluşturmak üzere üç yüz on üç tanedir.» buyurmuştur. Yine Ebû Zerr'in : «Bunların ilki kimdir?» sorusuna Hz. peygamber : «Âdem (A.s.)'dir.» cevabını vermiştir. Ebû Zerr'in : «Ey Al­lah'ın elçisi! Âdem, elçi ve peygamber midir?» sorusuna ise Hz. Peygam­ber : «Evet o, elçi ve peygamberdir. Allah onu kendi eliyle yarattı, ona kendi ruhundan üfledi, sonra da onu insan şekline soktu.» karşılığını ver­miştir.

Alalı (C.c.) tarafından Âdem (A.s.) üzerine yirmi bir sayfa içerisinde indirilen şeyler arasında donruz etinin, kan ve İaşenin haram olduğunu bil­diren hükümler ile alfebe (veya noktalı harfler- hurûf-ı nıûceme) harfleri bulunmaktaydı. [20]


Hz. Şîs (Şît)'İn Doğumu



Hz. Âdem (A.s.)'in zamanındaki hadiselerden biri de Hz. Şîs'in dünya ya gelmesidir. Hz. Şîş (A.s.) dünyaya geldiği zaman Âdem (A.s.) yüz yirmi yaşındaydı; Hâbil'in öldürülmesinin üzerinden ise beş yıl geçmişti. Bir rivayete göre Şîş (A.s.) ikiz olarak değil, tek başına doğmuştu. îbn Ab-bâs ise onun ikiz olarak doğmuş olduğunu söylüyor. Şîş kelimesi "Hibetul-. lalı" yani 'Allah'ın bağışı" olarak tefsir edilmektedir; bunun manası ise Hâbil'in yerine halef olmak demektir. Diğer taraftan Şîs (A.s.), Hz. Âdem' in vasisi olarak onun yerini almıştır. .

Hz. Âdem (A.s.),"ölüm vakti yaklaşınca oğlu Şîs (A.s.)'i yanma çağır­dı ve ona vasiyyetini yaptı. Ayrıca ona gece ve gündüzün saatlerini, ya­ratıkların günün her saatindeki ibadet keyfiyetlerini ve ilerde meydana gelecek olan Nuh tufanını öğretti. Hz. Âdem'den sonra riyaset Şîs (A.s.)'e geçti ve Allah (C.c.) ona elli sayfa gönderdi. Bu güne kadar yaşayıp gelen âdemoğullarmm bütün nesepleri Şîs (A.s.)'e dayanmaktadır.

Keyûmers'in Hz. Âdem olduğunu ileri süren Farslılar bu hususta şun­ları söylüyorlar :

«Keyûmers'in "Mîşân" adında bir kızı ile "Mîşâ" adında bir oğlu dün­yaya gelmiştir. Mişâ, kız kardeşi Mîşân ile evlenmiş ve bunlardan "Siyâ-mek" adlı bir erkek çocuk ile "Siyâmi (veya Siyama?)" adında bir kız ço­cuğu meydana gelmiştir. Siyâmek ile Siyâmi'nin evlenmesinden Efreval (veya Efravâk), D aks (Dîs?), Bevâsb (Berâsb), Ecreb ve Urâş (Evrâş?) meydana gelmişlerdir. Bu çocukların hepsinin annesi ise babaları Siyâmek'in kız kardeşi ve Mîşâ'mn kızı olan Siyâmi'dir.»

Yine Farslıların anlattıklarına göre, yer yüzü yedi iklime bölünmüş, Bâbil ülkesi ve halkın karadan ve denizden bu ülkeye ulaştıkları yerler bir iklim sayılmıştır. Bu iklimde yaşayanlar, Siyâmek'in oğlu Efravâl'in çocukları ile onun neslinden gelen insanlardır. Siyâmek'in oğlu Efravâl ile kızı Efri (Efrâ?)'nin evlenmesinden hükümdar olan Uşhenc (Evşhenc) = (Hevşeng) Pîşdâd dünyaya gelmiştir. Uşhenç, büyük babası Keyûmers'in yerine geçerek hükümdar olmuştur. Ayrıca o, yedi iklimi idaresi altına toplayan ilk kişidir. Uşhenç ile ilgili haberleri ileride anlatacağız.

Farslılardan bazıları, Uşheııc'in Hz. Âdem'in Havva'dan doğan öz oğlu olduğunu söylerler.

İbn el-Relbî, yer yüzünde ilk önce hükümdar olan kişinin Uşhank b. Âbir b. Şâlıh b. Erfahşed b. Sânı b. Nuh olduğunu ileri sürdükten sonra şunları söylüyor :

«Farsların iddialarına göre Uşhank, Hz. Adem'den iki yüz yıl sonra hükümdar olmuştur. Halbuki Uşhank Hz. Nuh (A.s.)'tan iki yüz yıl sonra hükümdar olmuştur; çünkü Farslar, Hz. Nuh'tan öncekiler hakkında bilgi sahibi değildirler.»

Hişâm b. el-Kelbî'in bu konuda anlattıklarının hiç bir mesnedi yok­tur; çünkü Uşhenc (Hevşeng) Farslılarca çok iyi bilinmektedir. Aynı za­manda her millet kendi neseplerini ve aralarında meşhur olan günlerini (harpleri) başkalarından daha iyi bilirler.

Farslı nesep alimlerinden biri, Uşhenc Bîdâd'ın Mehlâil olduğunu İle­ri sürüyor. Ona göre Uşhenc'in babası Efravâl'dir ve bu zat Mehlâil'in ba­bası olan Kaynân ile aynı kişidir. Kaynân'm babası olan Enûş da Siyâ-mek ile aynı kişidir. Mîşâ ise Enûş'un babası Şîs (A.s.)'dir. Keyûmers de Hz. Âdem'in kendisidir. Eğer durum bu alimin iddia ettiği gibi ise, Uş­henc'in Hz. Âdem'in zamanında yaşamış bir kişi olduğunda şüphe edilme­melidir, çünkü ilk semavî kitaplarda zikredildiğine göre, Berâkîl b. Mah-vîl b. Hanûlı b. Kayn b. Âdem'in kızı Dîne, oğlu Mehlâil'i Hz. Âdem (A.s.) üç yüz doksan beş yaşlarında iken doğurmuştur. Hz. Âdem'in bin yıl yaşa­dığı kabul edildiğine göre o, Âdem (A.s.) öldüğü zaman altı yüz altmış beş yaşında bulunuyordu.

Yine Farslıların iddialarına göre, Uşhenc kırk yıl hükümdarlık yap­mıştır. Eğer durum Farsh nesep aliminden aktardığım gibi ise, Uşhenc'in Hz. Âdem'in vefatından iki yüz yıl sonra hükümdarlık yaptığına dâir söy­lenen sözü, gerçeği aksettirmekten uzak saymamak lazımdır. [21]


Hz. Âdem (A.s.)'iiı Vefatı



Rivayet edildiğine göre, Hz. Âdem (A.s.) ölümünden önce on bir gün hasta yatmış ve oğlu Şîs (A.s.)'i yanma çağırıp vasiyetini yapmış, onu ye­rine vasi tayin etmiştir. Ayrıca ondan, vasiyet yoluyla kendisine öğrettiği bilgileri Kabil ile onun evlâdından gizli tutmasını istemiştir, çünkü Âdem (A.s.) bildiklerini yalnız Hâbil'e tahsis edip öğrettiği için Kabil onu kıs­kanıp Öldürmüştü. Bunun üzerine Hz. Şîs ve oğulları Hz. Âdem'in emrine uyarak bu bilgileri gizli tuttular. Bundan dolayı Kabil ve evlâdı bu bilgi­lerden faydalanamadılar.

Ebû Hüreyre (R.a.)'nin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (S.a.) şöyle buyurur : «Allah (C.c.) Hz. Âdem'i yarattığı zaman ona : "Ey Âdem! Şu melek grubunun yanına git ve onlara, 'es-Selâmü aleyküm' diyerek se­lâm ver." buyurdu. Hz. Âdem (A.s.) de onların yanma gelip selâm verdi. Bunun üzerine onlar da : "Aleylte's-selâm ve rahnıetullalı" diyerek karşılık verdiler. Bundan sonra Hz. Âdem Allah'ın huzuruna döndü ve Allah (C.c.) ona : "İşte bu, hem senin ve hem de zürriyetinin kendi aralarında se­lamlaşma şekli olacaktır" buyurdu. Sonra Allah (C.c.) her iki elini (mecazî mânada anlamak gerekir) yumarak ona : "Arzu ettiğini seç al." buyurdu, Hz. Âdem : "Gerçi O'nun her iki eli de uğurlu ve kutludur; fakat ben Rabb'inıin sağını tercih edip beğendim." dedi. Bunun üzerine Allah (C.c.) sağ elini açtı; Âdem (A.s.) O'msn sağ avucunun içerisinde kendisinin ve bü­tün zürriyetinin suretlerini gördü. Burada zürriyetinden her bir kişinin eceli belirlenip yazılmıştı. Âdem (A.s.)'in ömrü ise bin yıl olarak yazılıydı. Hz. Âdem, onların arasında üzerlerinde nurlar parlayan bir kitle gördü ve : "Ey Rabb'im! Üzerlerinde nurlar parlayan bu kişiler kimlerdir?" diye sor­du. Allah (C.c.) : "Onlar, kullarıma göndereceğim elçi ve peygamberler­dir." buyurdu. Onların arasında hepsinden daha nurlu birisi vardı ve ömrü kırk yıl olarak yazılmıştı. Allah (C.c.) Hz. Âdem'e bu nurlu kişinin Dâvûd (A.s.) olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Hz. Âdem : "Ey Rabb'im! Bu kişj hepsinden daha nurlu olduğu halde ona kırk yıllık bir ömür takdir edilip yazılmış" dedi. Allah (C.c),: "Ona da bu kadar ömür yazdım" buyurdu. Hz. Âdem : "Ey Rabb'im! O'nun ömrünü uzatmak üzere benim ömründen altmış yılı eksilt" dedi. Hz, Peygamber (S.a.) sözlerine şu şekilde devam etti : "Âdem (A.s.) yer yüzüne indirilince günlerini saymağa başladı. Ru­hunu almak üzere Azrail (Melekü'1-mevt) yanma geldiğinde ona : "Ey ölüm meleği Azrail! Acele ettin, daha benim altmış yıllık ömrüm var" de­di. Azrail: "Sen Rabb'inden bu altmış yıllık ömrünün oğlun Hz. Dâvud (A.s.)'a verilmesini istemiştin, senin şu anda ömrün tükenmiştir" dedi. Bu­nun üzerine Âdem (A.s.) : "Ben böyle bir şey yapmadım" cevabını verdi. Hz. Peygamber (S.a.) sözlerine devam ederek şöyle buyurdu : "Âdem (A.s.), verdiği sözü unuttu, dolayısıyla zürriyeti de verdiği sözleri unuttu; Âdem (A.s.) verdiği sözü inkar etti, dolayısıyla zürriyeti de verdikleri sözleri in­kâr ettiler. İşte bu yüzden Allah (C.c.) verilen sözlerin yazıyla belgelendi­rilmesin! kaııunlaştırdı ve şahit gösterilmesini emretti.»

tbn Abbâs (R.a.) rivayet ediyor ve şöyle diyor :

«Borç âyeti (Bakara, 282) indirildiği zaman Hz. Peygamber (S.a.) şöy­le buyurdular : "İlk önce (sözünü) inkâr eden Hz. Âdem olmuştur." (Pey­gamberimiz bu cümleyi üç defa tekrar etmişlerdir). Allah Hz. Âdem'i ya­rattığı zaman onun arkasını (sırtını) sıvazlayıp kıyamete kadar gelecek olan zürriyetini ondan çıkardı ve Âdem (A.s.)'e onları arzedip gösterdi. Hz. Âdem onların arasından nurlu birisini gördü ve : "Ey RabVim! Bu benim hangi oğlum?" dedi. Allah (C.c.) : "Oğlun Dâvûd peygamberdir" Âdem (A.e.) : "Ömrü ne kadardır?" dedi. Allah (C.c.) : "Altmış yıldır" buyurdu. Âdem (A.s.) : "O'nun ömrünü artırmanı isterim" dedi. Bunun üzerine Al-I-alı (C.c.) : "Hayır! Ancak sen kendi Ömründen verirsen artırırım" buyur­du. Âdem (A.s.)'in ömrü hin yıl olarak takdir edilmişti; ömründen kırk yı­lını Hz. Davud'a bağışladı. Allah (C.c.) tarafından bu hususla Ügili hir belge yazılıp melekler şahit tutuldu. Âdem (A.s.)'in ölüm zamanı yaklaşıp melekler ruhunu almak için geldiklerinde, meleklere : "Benim daha kırk yıllık ömrüm var." dedi. Melekler de ona : "Sen. o kırk yılı oğlun Dâvud (A.s.)'e bağışlamıştın" dediler. Âdem (A.s.) : "Hayır! Ben böyle hir söz ver­medim ve ona böyle bir bağışta bulunmadım." karşılığını verdi. Bunun üze­rine Allah (C.c.) daha önce yazılmış olan belgeyi Âdem (A.s.)'e ibraz edip gösterdi ve melekleri de şahit tuttu; bununla beraber Allah, Hz. Âdem'in Ömrünü bin, Dâvud (A.s.)'un ömrünü de yüz yıl olarak tamamladı.»

Sa'îd b. Cubeyr'in de içerisinde bulunduğu bir cemaatten bu rivayetin bir benzeri rivayet edilmiştir. İbn Abbâs, Hz. Âdem'in ömrünün dokuz yüz otuz altı yıl olduğunu söylüyor. Tevrat ehli ise Hz. Âdem'in ömrünün dokuz yüz otuz yıl olduğunu iddia ediyor.

Bu husustaki Rasulullalı (S.a.)'m hadisleri ve alimlerin sözleri bizim anlattıklarımızdan ibarettir. Bununla beraber insanların en bilgilisinin Ra-sulullab (S.a.) olduğunu unutmamak gerekir.

Hz. Âdem'in kendi Ömründen oğlu Dâvûd (A.s.)'a altmış yıl bağışladı­ğını bildiren Ebû Hüreyre'nin rivayeti esas alındığı takdirde, yukarıda zikredilen iki hadisle Tevrat'ta geçen Hz. Âdem'in dokuz yüz otuz yıl ya­şadığı rivayeti arasında fazla bir farkın bulunmadığı görülür. Belki de Al­lah (C.c.) Tevrat'ta Hz. Âdem'in, oğlu Dâvud (A.s.)'a bağışladığı kısmı an­mayarak yalnız onun eksilen yaşını zikretmiştir.

Yahya b. Ubbâd'dan rivayette bulunan İbn İshâk, Yahya'nın babası Abbâd'm şu sözünü aktarıyor :

«Bana gelen bir habere göre, Hz. Âdem öldüğü zaman Allah tarafın­dan onun kefen ve hanutu (güzel kokulu bir madde) cennetten gönderilmiş, sonra kabir ve defin işleri için melekler görevlendirilmiş ve onlar Âdem (A.s.)'i defnetmişlerdir.»

Übeyy b. Ka'b'm rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (S.a.) şöyle buyurur:

«Âdem (A.s.)'in ölmesi yaklaşınca Allah kendisine cennetten kefen ve hamit gönderdi. Havva melekleri görünce onların arkasından. Âdem (A.s,)7 in yanına girmek istedi. Bunun üzerine Hz. Âdem Havva'ya : "Rabbimin elçileri (melekleri) ile beni kendi halime bırak. Başıma ne geldiyse hep senin yüzünden geldi; çektiğim mihnetlerin sebebi hep senin" dedi. Âdem (A.s.) ölünce melekler onu sidirli su ile tekli sayıda (bir, üç, beş gibi) olmak üzere yıkadılar, yine tekli sayıda olmak üzere elbiseye sarıp kefenlediler, sonra lahdine indirip defnettiler. Bundan sonra onlar : "İşte bu tarzda ha­reket etmek Âdem (A.s.)'den sonra gelecek olan nesli için bir sünnet ol­sun" dediler.»

İbn Abbâs anlatıyor :

«Adem (A.s.) ölünce oğlu Şîs (A.s.) Cebrail'e : "Âdem'in namazını kıl­dır" dedi. Cebrail de ona : "İleri geç, babanın namazını kıldır, otuz defa tekbir al, bunun beşi namaza aittir, geri kalan yirmi beşi ise Âdem'e ik­ram ve ihtiramdır" dedi.»

Rivayet edildiğine göre, Âdem (A.s.) Gâru'1-kenz denilen Ebû Kubeys dağındaki bir mağaraya defnedilmiştir. İbn Abbâs ise, «Nuh (A.s.) gemi­den çıktıktan sonra Âdem (A.s.)'i Beytü'l-ntakdis (Kudüs)'e defnetnıiştir,» diyor.

Yukarıda zikredildiği üzere, Hz. Âdem cuma günü vefat etmiştir. Yi­ne anlatıldığına göre, Havva Âdem (A.s.)'den sonra bir yıl yaşamış, sonra yukarıda anlattığım mağarada eşinin yanma defnedilmiş ve Tufan'a kadar burada kalmıştır. Daha sonra Nuh (A.s.) onları yerlerinden çıkarıp bir ta­buta yerleştirdikten sonra gemisine almıştır. Yer yüzündeki sular çekildik­ten sonra Tufan'dan önceki yerlerine tekrar yerleştirmiştir.

Rivayete göre, Havva iplik eğirmek, bez dokumak, hamur yoğurmak, ekmek yapmak gibi kadınlar tarafından yapılan bütün işleri yapmıştır.

Biz, buraya kadar Âdem (A.s.) ile düşmanı İblis'in durumlarını, onlar­la ilgili haberleri, Hz. Adem'in düşmanı olan İblis'in kibirlenip gururlandığı, taşkınlık edip isyan ettiği zaman Allah'ın onu huzurundan ve rah­metinden kovarak cezasını çabuklaştırdığını ve kıyamete kadar kendisine mühlet verdiğini, yaptığı hatâdan ve verdiği sözü yerine getirmemekten dolayı Hz. Âdem'in cezasını dünyada iken çabuklaştırdığını, fakat hatâ­sından tevbe edip rucû ettiği için onu rahmetiyle kuşattığını, anlatıp ta­mamladık. Şimdi de Allah'ın izniyle Âdem (A.s.)'in iki oğlu Kabil ve Şîs (A.s.)'e, bunların çocukları konusuna geçebiliriz. [22]


HZ. ÂDEM'İN OĞLU ŞÎS (A.S.)



Daha önce Hz. Şîs'in bazı hâllerini, babası Âdem (A.s.)'in yerine geçip onun yolundan yürüdüğünü ve babası Hz. Âdem'in vasisi olduğunu, ken­disine sahifeler indirildiğini anlatmıştık.

Rivayet edildiğine göre, Mekke'de ikamet eden Hz. Şîs Ölünceye ka­dar hac ve umre ile meşgul olmuştu. Kendisine ve babası Hz. Âdem'e in­dirilen sahifeleri bir araya getirip bu sahifelerdeki emirlerle amel etmiş, Ka'be'yi de taş ve çamurdan inşa etmişti,

Bizden önce gelen alimler (selef), Allah tarafından şimdiki Ka'be'nin yerinde Âdem (A.s.)'e tahsis edilen 'Kubbe'nin Tufan hadisesine kadar ye­rinde kaldığını, ancak Tufan'dan önce Allah'ın bu Kubbe'yİ göğe kaldırdı­ğını söylüyorlar.

Rivayete göre, Şîs (A.s.) hastalanınca oğlu Enûş'a vasiyyetini yapmış ve hemen sonra vefat etmiştir. Cesedi ise anne ve babasının bulunduğu Ebû Kubeys dağındaki mağaraya defnedilmiştir. Hz. Şîs doğduğu zaman Âdem (A.s.) iki yüz otuz beş yaşında bulunuyordu. Yukarıda da geçtiği üzere, bu hususta başka rivayetler de vardır. Hz. Şîs vefat ettiği zaman dokuz yüz on iki yaşındaydı. Enûş, babası Şîs (A.s.) öldükten sonra devletin idare ve siyasetinde, emri altında bulunan tebeasmı idarede onun yolundan ayrıl­madı, idare ve siyasette de herhangi bir değişiklik yapmadı. Tevrat ehline göre, Enûş yedi yüz beş (doğrusu dokuz yüz beş) yıl yaşamış ve Enûş, ba­bası Şîs (A.s.) altı yüz beş yaşında iken dünyaya gelmiştir.

İbn Abbâs bu hususta şunları söylüyor :

«Şîs (A.s.)'in Enûş'tan başka da pek çok çocukları vardı; Şîs (A.s.), Enûş'u kendisine vasi tayin etti. Sonra Enûş'tan doksan yaşında iken Şîs (A.s.)'in kızı Nimet'ten yani kız kardeşi ile olan evliliğinden Kaynân ve bir bir çok çocukları dünyaya geldi. Enûş da oğlu Kaynân'i kendisine vasi tayin etti : Kaynâıı'm da Mehlâil adında bir oğlu ve daha pek çok çocukları dünyaya geldi. Kaynân, oğlu Mehlâil'i kendine vasi tayin etti. Mehlâiî'derj Yerd, yani Yârd ve pek çok çocuk dünyaya geldi. Mehlâil de oğlu Yârd'î kendisine vasi seçti. Yârd'dan Hanûh, yani İdrîs (A.s.) ile pek çok çocuk dünyaya geldi. Yerd de oğlu İdrîs (A.s.)'i kendine vasi tayin etti. Hanûh' tan ise Metûşalah ve pek çok çocuk meydana geldi ve oğlu Metûşalah'ı kendisine vasi yaptı.»

Tevrat'ta zikredildiğine göre, Mehlâil doğduğu zaman Hz. Âdem üç yüz doksan beş, Kaynân ise yetmiş yaşlarında idi. Mehlâil'in oğlu Yerd dünyaya geldiği zaman Âdem (A.s.) dört yüz altmış yaşındaydı. Mehlâil. babası (Kaynân'ın) yolundan yürüdü; fakat bununla beraber bir takım ha­diseler onun zamanında baş gösterdi. [23]


Hz. Şîs (A.s.) ile Yerd'in Hükümranlıkları Sırasında Meydana Gelen Hadiseler



Anlatıldığına göre, Kabil kardeşi Hâbil'i öldürüp "babası Âdem (A.s.)' in yanından kaçıp Yemen'e geldiği zaman İblis yanma geldi ve ona : «Hâ-bil'in kurbanının kabul edilip ateş tarafından yakılması, onun ateşe saygı gösterip ona tapmasından ileri gelmektedir. O hâlde sen de hemen kendin ve kendinden sonra gelecek olan neslin için bir ateşgede yap.» dedi. Bu­nun üzerine Kabil bir ateşgede yaptı. Yer yüzünde ilk ateşgedeyi yapan ateşe tapan da Kabil oldu.

İbn İshâk anlatıyor :

«Kayn, yani Kabil, Âdem (A.s.)'in kızı ve kendi kız kardeşi Eşût (Eşûs) ile evlenmiş, bu evlilikten Hanûh adında bir erkek çocuk ile Azb (And) adında bir kız çocuğu dünyaya gelmiştir. Hanûh da kız kardeşi Azb ile evlenmiş, bu evlilikten ise İrd, Mahvîl, Enûşîl adlarında üç erkek ço­cukla Mûlis adında bir kız çocuğu meydana gelmiştir. Hanüh'un oğlu Enû-şil de kız kardeşi Mûlis ile evlenmiş ve bu evlilikten Lâmek adında bir er­kek çocuğu dünyaya gelmiştir. Lâmek, biri Adâ, diğeri Sala adlarında iki kadınla evlendi. Adâ'nın Lâmek'ten Bûlis (Tülin), Tûblin (Tûbiş) ve Tû-belkîn adlarında üç erkek çocuğu dünyaya geldi. Bunlardan Bûlis, ilk defa yer yüzünde kubbeli meskende (veya çadırda) oturan, mal mülk edinen kimse olmuştur. Tûblin de yer yüzünde ilk defa zil ve musikî aleti kulla­nan kimsedir. Tûbelkîn ise ilk defa yer yüzünde demir ve bakır istihsal edip işleyen kişidir. Bunlardan doğan çocuklar ise iri yarı kimseler olup zalim, cebbar ve firavun kişiler olmuşlardır. Sonra Kayn'm, yani Kabil'in nesli inkıraza uğramış, gerisinde az miktarda bir nesil kendisini takip etmistir. Hz. Adem'in bütün zürriyetinin nesebleri karışmış ve aralarındaki nesep bağları kopmuş, ancak Şîs. (A.s.)'den gelen nesillerin nesepleri ko­runmuş ve aralarındaki bağlar kopmamıştır. Bu günkü nesil, Hz. Şîs'ten gelmektedir; hattâ bu günkü bütün insanların nesepleri Âdem(A.s.)'e de­ğil, Hz. Şîs'e dayanmaktadır.»

İbn İshâk'm Kâbiî ve çocukları konusunda anlattıkları, benim bura­da, anlattıklarımdan ibarettir.

İbn İshâk'tan başka Tevrat ehli de bu konuda şunları söylüyorlar : «Kabil'in evlâdından ilk önce eğlence ve musikî aletlerini icad edip kullanan kişi Kabil'in Tûbâl (veya Kûbâl) adındaki oğludur. O, Mehlâil b. Kaynân'm zamanında ney, tanbur, davul, ut gibi musikî aletleri icat etmiş ve bunları kullanmıştır.»

«Bundan sonra Kâbîrin çocukları eğlenceye daldılar; hatta dağlık böl­gede yaşamakta olan Hz. Şîs'in evlâdından yüz kadar kimse bu haberi alır almaz atalarının tavsiyelerine kulak asmadan onların yanma gitmeğe kal­kıştılar. Bu durumu öğrenen Yerd, öğütte bulunarak onların gitmelerini Önlemeğe çalıştıysa da onlar onun bu öğütünü kabul etmediler. Nihayet Kabil'in çocuklarının yanlarına gelen bu kişiler, onların eğlencelerini gö­rünce şaşırıp kaldılar; geri dönmek istediklerinde atalarının kendilerine yapmış olduğu beddualar, onların dönmesine engel oldu. Dağlık bölgede kalıp da kalplerinde şüphe ve sapıklık bulunan kimseler, onların orasını beğenip hoş gördüklerinden dağlık bölgeye dönmediklerini sandılar ve giz­lice dağlık bölgeden inmeğe başladılar. Neticede onların eğlencelerini gö­ren bu kimseler, bundan hoşlandıklar; hattâ koşarak yanlarına gelen ve kendileriyle beraber olan Kabil'in evlâdından bulunan kadınlarla anlaştı­lar. Böylece taşkınlığa daldılar, kendilerini İçki ve fuhuşa kaptırdılar.»

Tevrat ehlinin bu sözleri pek yabana atılacak cinsten değildir; çünkü İbn Abbâs ve benzeri şahsiyetlerin ^içerisinde bulunduğu geçmiş müslü-man alimlerden teşekkül eden bir gruptan buna yakın rivayetler nakledil­miştir. Fakat onlar, bu hadiselerin Hz. Âdem (A.s.) ile Hz. Nuh'un arasın­daki devirlerde geçtiğini söylemelerine rağmen, kimin saltanat ve hüküm­ranlığı döneminde meydana geldiğini açıklamamışlardır. Aralarında çok az bir fark bulunmakla beraber, bu rivayetin bir benzerini de Hakem b. Uteybe babasından rivayet etmiştir. Doğrusunu ise en iyi bilen Allah (C.c.)'tir.

Farslı nesep alimlerine gelince, ben, onların Mehlâil b. Kaynân hak­kında söylediklerini ve Mehlâil'in yedi iklime hakim olan Uşhenc'İn ta kendisi olduğunu yukarıda anlattım ve Farslı alimlere muhalif olanların görüşüne de izah edip açıkladım.

Hişâm b. el-Kelbî bu hususta şunları söylüyor :

«İlk önce yer yüzünde bina yapan, madenler çıkaran ve zamanının in­sanlarına mescitler yapmalarını emreden Mehlâil'dir. Yine o, yer yüzün­de ilk iki şehri kurmuştur. Bu şehirlerden birisi Irak'ta bulunan Bâbil, di­ğeri ise Hûzistan'da bulunan Sûs şehirleridir. Mehlâil'in hükümranlığı ise kırk yıl sürmüştür.»

Hişâm b. el-Kelbî'den başkaları ise bu konuda şunları söylüyorlar :

«Yer yüzünde ilk defa demir istihsal eden ve bundan zanaatta kullan-mak üzere aletler yapan, suları faydalanılacak.yerlere akıtmayı plânlayan, nalkı ziraate ve çalışmağa teşvik eden, zararlı hayvanları öldürüp onların derilerinden elbise ve yataklar yapılmasını emreden, sığır, koyun ve vahşî hayvanları kesip etlerini yemeklerini isteyen ilk kişi Mehlâil'dir. Rey şeh­rini de o inşa etmiştir.»

Râvîlerin anlattıklarına göre, Dünbâvend'de Keyûmers'İn yerleşip is­kân ettiği şehir hariç, yer yüzünde ilk inşa edilen şehir Rey'dir. Yine râvî­lerin anlattıklarına göre, ilk önce hükümler ve kanunlar fhudûd) koyan odur. Bu sebebten o "pîşdâd" lakabını almıştır. Farsça olan bu kelimenin manası "adaletle ilk hükmeden kimse" demektir. Pîş ve dâd kelimelerin­den mürekkep olan bu kelimenin birinci cüz'ü olan "pîş" ilk, diğer cüz'ü olan "dâd" adaletli hareket etmek ve hüküm vermek manalarına gelir. İlk defa cariyeler edinip hizmetinde çalıştıran ve ağaçları kesip binalarda kul­lanan kişi yine odur.

Ravilerin anlattığına göre, Hind ülkesine inen Mehlâil beldeleri do­laşıp eline geçirdikten sonra başına taç giymiş, İblis'i ve ordusunu mağ­lup ederek onların insanların, insanların arasına karışmalarını önlemiş, bu hususta onları tehdit etmiş, onların asi ve azgınlarını da öldürmüştür. Bunun üzerine onlar, korkularından dağlara ve çöllere kaçmışlar, fakat onun ölümünden sonra tekrar geri dönmüşlerdir.

Rivayete göre Mehlâil (Uşhenc), şerli kötü insanlara "şeytan" adım vermiş ve onları hizmetinde kullanmış, bütün iklimlere (ülkelere) hakim olmuştur. Uşhenc, yani Mehlâil'in doğumu ile Keyûmers'İn ölümü arasın­da iki yüz yirmi üç yıllık bir fark vardır. [24]


YERD



Mehlâil'in oğlu olan bu zata "Yârd" de denir. Onun annesi ise Berâkîl b. Mahvîl b. Hanûh b. Kayn b. Âdem'in kızı Semân'dir. Mehlâil kendi tey­zesi olan Sem'an ile evlenmiş ve ondan Yerd adındaki oğlu dünyaya gel­miştir. Yerd, doğduğu zaman Âdem (A.s.) dört yüz altmış yaşında bulunu­yordu; putlar onun zamanında yapılmış ve İslâm'dan çıkanlar da yine omm zamanında çıkmıştı.

İbn İshâk'm anlattığına bakılacak olursa, Yerd yüz altmış iki yaşında iken Dermesîl b. Mahvîl b. Hanûh b. Âdem'in kızı Berketâ (veya Berkenâ?) ile evlenmiş, bu evlilikten onun Hanûh adındaki oğlu, yani Hz. İdrîs (A.s.) dünyaya gelmiştir. Hanûh, Âdem (A.s.)'in oğullarından kendisine ilk defa peygamberlik verilen ve kalemle yazı yazan kişidir. Yine o, ilm-i nücûm (astroloji) ve hesap İlmiyle ilk uğraşan kimse olmuştur. Yunan filozofları­nın katında büyük bir itibara sahip olan Hanûh'a onlar, Filozof Hirmis (Hürmüz) adını vermişlerdir.

Yerd, oğlu İdrîs (A.s.)'in doğumundan sonra sekiz yüz yıl yaşamış, bir çok erkek ve kız çocukları olmuş, dokuz yüz altmış iki yıl yaşamıştır.

Rivayete göre, Hz. İdrîs (A.s.)'a otuz sahife indirilmiştir. Allah yolun­da ilk cihad yapan, kumaş biçip elbise diken ve Kabil'in çocuklarını esir alıp onları köle olarak kullanan ilk kişi yine Hz. İdrîs'tir. Atalarının Yerd'p Hz. İdrîs'i kendisine vasi tayin etmesini tavsiye etmeleri ve bu tavsiyeyi kendi aralarında müteselsiîen sürdürmeleri üzerine Hz. İdrîs (A.s.) babası Yerd'in vasisi oldu.

Hz. İdrîs (A.s.) üç yüz sekiz yaşında iken Âdem (A.s.) vefat etmiştir. İdrîs (A.s.) kavmini hakka davet etmiş, vaaz ve nasihatte bulunmuş, onla­ra Allah'a itaat etmelerini, şeytana karşı gelmelerini ve Kabil'in çocukla­rıyla münasebetlerde bulunmamalarını emretmiş, fakat onlar onun bu söz­lerine kulak asmamışlardır.

Yine tbn îshâk'ın Tevrat'tan naklettiğine göre, Allah (C.c.) Hz. İd-rîs'i üç yüz altmış beş yaşında iken kendi katma kaldırdı. Bu sırada ba­bası Yerd beş yüz yirmi yedi yaşında bulunuyordu. Hz. îdrîs'in kaldırıl­masından sonra Yerd, dört yüz otuz beş yıl daha yaşadı ve dokuz yüz alt­mış iki yaşında iken vefat etti.

Hz. Peygamber (S.a.) Ebû Zerr (R.a.)'e hitaben : «Ey Ebû Zerr! Dört elçi (peygamber) Süryânî'dir. Bunlar, Âdem, Şîs, Nûh ve Hanûh (Hz. İd-rîs)'tıir. Kalemle ilk yazı yazan Hanûh'tur. Allah (C.c), Hanûh'a otuz sahi fe göndermiştir.» buyurdular.

Rivayet edildiğine göre, Allah Hz. İdris'i zamanındaki bütün yer yüzü halkına elçi olarak göndermiş, geçmiş insanların bilgilerini onun şahsın­da toplamış ve buna ilâve olarak otuz sahife göndermiştir.

Ravüerden bazıları, Bîveresb'in Hz. İdrîs'in zamanında hükümdarlık yaptığını, Hz. Âdem'in sözlerinden bazısını işitmiş olup bunu sihir olarak kullandığını, söylerler. [25]


TAHMURIS'IN HÜKÜMDARLIĞI



Farshlarm iddiasına göre, Uşhenc'in vefatından sonra Tahmûris b. Vîvencihan b. Habaydâd b. Uşhenc (Hevşeng) hükümdar olmuştur. Vîven-cihân'm mânası, yer yüzünün hayırlısı demektir. Onun nesebi hakkında daha başka rivayetler de vardır.

Yine Farshlarm iddialarına göre, Tahmûris, yedi iklime hakim olmuş ve basma tac giymiştir. O tebeasma şefkatli davranmış, tebeası da onun idaresinden memnun kalmıştır. Ayrıca o, Fars ülkesinde Sâbûr şehrini in­şa etmiş ve buraya yerleşmiştir. Sonra da ülkeleri dolaşmıştır. Yine o, sıç­rayıp İblîs'in üzerine binmiş ve onun sırtında yer yüzünün uzak ve yakın yerlerini dolaşmış, sonra onu ve onun azgın yardımcılarını korkutup on­ların dağılmalarını sağlamıştır. Elbise ve yatak için yün ve kıl kullanan ilk kişi odur. Hükümdarlar için zinet ve süs olmak üzere at, katır ve mer­kep kullanan ilk kişi yine odur. Hayvanları ve diğer şeyleri korumak üze­re köpek beslenmesini, av için doğan ve şahin gibi kuşların edinilmesini emreden odur. Yine o, Farşçayı yazı olarak kullanmıştır. Bîveresb, onun hükümdarlığının ilk yılında ortaya çıkmış ve halkı Sâbiiliğe davet et­miştir.

Ebû Ca'fer et-Taberî ve diğer alimler, Tahmûris'in İblîs'in sırtına bi­nerek onun üzerinde dolaştığını söylüyorlar. Biz, burada onların söyledik­lerini naklettik, vebal kendilerinindir.

İbn el-Kelbî bu konuda şunları söylüyor :

«Yer yüzünde ilk Bâbil hükümdarı Tahmûris'tir. Allah'a karşı itaatli bir kimse olan Tahmûris'in hükümdarlığı kırk yıl sürmüştür. Farsça ile ilk yazı yazan odur. Onun hükümdarlığı döneminde putlara tapılmış ve İlk defa oruç onun zamanında tanınıp bilinmiştir. Orucun tanınması ise şöy­le olmuştur : Bir grup fakir kimse yiyecek bulamadıkları için gündüzleri bir şey yememişler; geceleri ise ölmeyecek kadar yemişler. Sonra bu ha­reketleriyle Allah'a yaklaştıklarına inanmışlar. İşte bunun üzerine ilâhî seriatler oruç ibâdetini getirmiştir.» [26]


HANÛH (HZ.İDRÎS) (A.S.)



Sonra Yerd'in oğlu Hanûh, altmış beş yaşında iken Bâvîl b. Mahvîl b. Hanûh b. Kayn b. Âdem'in kızı Hedâne - ona Ezâne de denir - ile evlen­miş, bu evlilikten Metûşalah adında bir oğlu dünyaya gelmiştir. Metûşalah doğduktan sonra Hanûh (İdrîs) üç yüz yıl daha yaşamış, sonra Alah'ın ka­tma kaldırılmıştır. Hanûh henüz Allah katma kaldırılmazdan önce oğlu Metûşalah'ı Allah'ın emrini yerine getirmek ve çocuklarının durumu ile il­gilenmek üzere onu kendisine halef seçti, onu ve ailesini vasi tayin etti; ayrıca onlara, yakında Allah'ın Kabil'in çocuklarını ve onlarla münasebet kuranları cezalandırıp azaba çarptıracağını bildirdi ve ailesini onlarla dü­şüp kalkmaktan menetti. Cihadda babası Hanûh'un yolunu tutan Metû­şalah ilk defa ata binen kişi olmuştur. Bundan sonra Metûşalah yüz otuz yedi yaşında iken Azâzîl b. Enûşîl b. Hanûh b. Kayn'ın kızı Arbâ ile ev­lendi, bu evlilikten "Lemek" adında bir oğlu dünyaya geldi. Lemek doğ­duktan sonra Metûşalah yedi yüz yıl daha yaşadı ve pek çok kız ve erkek çocukları oldu. Metûşalah'ın bütün ömrü dokuz yüz yirmi yedi yıl sürdü ve öldü; yerine ise oğlu Lemek'i vasi tayin etti. Lemek ise kavmine öğüt­ler verdi ve onları Kabil'in çocuklarıyla düşüp kalkmaktan menetti; fakat onlar, Lemek'in sözlerini dinlemediler; dağlık bölgede yaşayan bu kim­seler topluca bulundukları yerden inip Kabil'in çocukları arasına katıldı­lar.

Rivayet edildiğine göre, Metûşalah'ın Lemek'ten başka "Sâbî" adın­da bir oğlu daha vardı. Sabiler bu adı ondan almışlardır.

Metûşalah'ın oğlu Lemek, Berâkil b. Mahvîl b. Hanûh b. Kayn'ın kızı Kınûşî (Finûş?) ile yüz seksen yedi yaşında iken evlendi, bu evlilikten ay­nı zamanda bir peygamber olan Hz. Nûh (A.s.) dünyaya geldi. Hz. Nuh'un doğmundan sonra babası Lemek beş yüz doksan beş yıl daha yaşadı, bir çok erkek ve kız evlâdı dünyaya geldikten sonra Öldü. Lemek'in oğlu Hz. Nûh ise beş yüz yaşında iken Berâkîl b. Mahvîl b. Hanûh b. Kayn'ın kızı Azre ile evlendi; bu evlilikten Hz. Nûh (A.s.)'un Sâm, Hâm ve Yâfes adla­rında üç oğlu dünyaya geldi. Nûh (A.s.) ise Hz. Âdem'in ölümünden yüz yirmi altı yıl sonra dünyaya geldi. Hz. Nûh (A.s.) büyüdükten sonra ba­bası Lemek ona : «Bu dağda bizden başka kimsenin kalmadığını öğren­din. Sakın yalnızlık hissetme ve bu hatalı ümmetin yolundan gitme.» dedi. Hz. Nûh durmadan kavmini hakka davet edip onlara öğütler verdiyse de onlar onu alaya alıp istihzalarına devam ettiler.

Rivayet edildiğine göre, Hz. Nûh hükümdar Bîveresb'in zamanında yaşamış, onun tebeası olan halk Nûh (A.s.)'un kavmi olmuş ve onları do­kuz yüz elli sene Allah'ın yoluna davet etmiş, fakat yeni gelen her nesil, küfür yolunda tek bir millet halinde kendilerinden Önce gelen nesli takip etmiş, neticede onların üzerine Allah azabını indirmiştir.

İbn Abbâs'tan rivayette bulunan Ebû Salih'ten naklen İbn el-Keîbî bu hususta şöyle diyor :

«Lemek'in Nûh adında bir oğlu oldu ve Nûh (A.s.) doğduğu zaman Lemek seksen iki yaşındaydı. O zaman halkı kötülükten menedecek hiçbir kimse yoktu. Bunun üzerine Allah (C.c), dört yüz seksen yaşında iken Hz. Nûh (A.s.)'u onlara peygamber olarak gönderdi. O, kavmini yüz yirmi yıl hakka davet etti. Sonra Allah ona bir gemi yapmasını emretti. O da bir gemi yaptı ve altı yüz yaşında iken gemisine bindi. Nuh Tufan'mda boğu­lanlar boğuldu ve bu hadiseden sonra Hz. Nûh (A.s.) üç yüz elli yıl daha yaşadı.»

İlk gelen alimlerden bir grubun rivayetine göre, Hz. Âdem ile Hz. Nûh' un arasından on asırlık bir zaman geçmiş ve bu asırlar içinde yaşayanların hepsi de hak yolda bulunmuşlardır. Allah'a karşı isyan ve küfür devri ise Hz. Nuh'un peygamber olarak kavmine gönderildiği çağda başlamıştır. Al­lah (C.c.) tarafından kavmine elçi olarak gönderilen Hz. Nüh ise tevhide davet edici ve uyarıcı olarak gönderilen ilk peygamberdir. Bu görüş, aynı zamanda İbn Abbâs ile Katâde'nİn de görüşüdür. [27]


CEMSID'İN HÜKÜMDARLIĞI



Farslı alimler, Tahmûris'ten sonra Cemşîd'in hükümdar olduğunu söy­lerler. Onlara göre, cem "ay," şîd "şuâ, ziya" demektir. Cemşîd çok güzel olduğu için kendisine bu lakabı vermişlerdir. Tahmûris'in kardeşi olan Cemşîd'in asıl adı ise Cem b. Vîvencİhan'dır.

Bir rivayete göre Cemşîd, yedi iklime hakim olmuş, buralarda bulu­nan insan ve cinleri itaati altına almış ve başına taç giymiştir. O, hüküm­darlığının birinci yılını tamamladıktan sonra ellinci yılma kadar demirden kılıçlar, zırhlar, silahlar ve san'at aletleri yapılmasını, ellinci yılından yü­züncü yılma kadar ise ibrişim elde edilip eğirilmesini, pamuk, keten ve eğirilip dokunması mümkün olan her şeyin elde edilmesini ve bunların türlü renklere boyanarak giyilmelerini emretmiştir.

Cemşîd, hükümdarlığının yüzüncü yılı ile yüz ellinci yılları arasındaki zaman içerisinde halkı asker, alimler, kâtipler ve san'atkarlar, rençberler olmak üzere dört tabakaya ayırmış ve halktan bir de hizmetçi sınıf edin­miştir. Ayrıca o, teşkil ettiği bu sınıflar için hususî mühürler yaptırmış, savaş mührünün üzerine : "İdareli davranış ve yumuşak muamele", vergi mührünün üzerine : "Adalet ve bayındırlık", posta ve haberleşme müh­rünün üzerine : "Doğruluk ve emanet", mahkeme mührünün üzerine : "Si­yaset ve haklının hakkım korumak" cümlelerini yazdırmıştır. Bu mühür­lerin bu şekildeki kullanma âdet ve geleneği İslâmiyet gelip bunları kal­dırmasına kadar devam etmiştir.

Yine Cemşîd, saltanatının yüz ellinci yılından iki yüz ellinci yılma kadar şeytanlar ile savaşmış, galip gelerek onları perişan etmiş ve onlar (Allah tarafından) onun emrine verilmişlerdir. Cemşîd, saltanatının iki yüz elli ile üç yüz on altı yılları arasında, emrindeki şeytanları dağlardaki taş ve kayaları kırdırmak, yumuşak taş, kireç ve alçı elde etmek, bunlar-ile binalar ve hamamlar inşa etmek, denizlerden ve dağlık kısımlardan nakliyat yapmak, madenler, altın, gümüş ve eriyen diğer madenî maddeler elde etmek, çeşitli kokular ve ilaçlar yapmak için görevlendirmiştir. Bundan sonra Cemşîd'in emri üzerine kendisi için camdan bir araba yapılmış, şeytanları koştuğu bu arabaya binerek havaya yükselmiş ve bir gün içinde Dünbâvend'den Bâbil'e gelmiştir. Onun Bâbil'e geldiği bu gün ise yılın ilk ayının ilk günü (Nevrûz)dür. Halk o günü ve ondan sonra ge­len beş günü bayram edinmişlerdir.

Cemşîd, altıncı gün bir beyanname yayınlayarak, tebeasmı Allah'ın hoşnud olacağı bir tarzda idare ettiği için kendisine bir mükâfat olarak Allah tarafından tebeasmm sıcak ve soğukluktan, hastalıklardan, ihtiyarlık ve kıskançlıktan korunacağını halkına bildirmiştir. Bunun bir neticesi ola­rak halk, üç yüz on altı yıllık bir zamandan sonra üç yüz yıl daha yuks-rıda zikredilen hâllerden azade olarak yaşamışlardır.

Bundan sonra Cemşîd, Dicle üzerine bir köprü inşa etmiş ve bu köp­rü İskender tarafından yıkılmcaya kadar uztm süre ayakta kalmıştır. Ken­disinden sonra gelen kral ve hükümdarlar ise aynı şekilde köprüler yap­mak istemişler; fakat aciz kaldıkları için ağaçtan köprüler yapmak yolunu seçmişlerdir.

Cemşîd, Allah'ın kendisine vermiş olduğu nimetleri hiçe sayarak in­kâr etmiş, insanları, cinleri ve şeytanları bir araya toplayıp onlara, ken­dilerinin sahibi olduğunu, hastalıklardan, ölüm ve ihtiyarlıktan onları kendi kuvvetiyle koruduğunu bildirmiş, azgınlığını sürdürmeye devam et­miş ve halkından hiç bir kimse ona cevap vermemiş, onun içerisinde bu­lunduğu bu durum şeref ve vakarını kaybettirmiş, neticede Allah tarafın­dan idare ve işlerini yürütmekle görevli olan melekler de kendisinden uzaklaşmışlardır.

"Dahhâk" ismiyle bilinen Biveresb onun bu durumunu öğrenir öğren­mez hemen parçalamak üzere Cemşîd'in üzerine yürüdü, fakat o kaçıp kurtuldu. Ancak bundan sonra bir fırsatını bulan Bîveresb onu ele geçirdi ve barsaklarmı çıkarıp kendisini testere ile ikiye böldü.

Bir rivayete göre, Cem ilâhlık iddiasında bulunmuş, kardeşi İsgatur (İsfatur?) onu Öldürmek üzere üzerine yürümüş, fakat Cem izini kaybet­tirip yüz yıl kadar saklanmış, neticede gizliliğim sürdürdüğü bir sırada Bîveresb üzerine yürümüş ve onu mağlûp ederek mülkünü elinden al­mıştır.

Rivayete göre, Cem'in hükümdarlığı yedi yüz on altı yıl, dört ay sür­müştür.

Yukarıda geçtiği üzere, bir takım Acem hurafelerinden ibaret olan, duyulması kulaklara hoş gelmeyen, tabiat ve akıllar tarafından reddedilen bir takım şeylerin bulunmasından dolayı Cem ile alâkalı haberleri buraya almamağa karar vermiş iken biz yine de onunla ilgili haberleri ve hadi­seleri bu kısımda tam olarak vermeğe çalıştık. Böyle yapmamızın sebebi ise Acemlerin cahilliklerini ortaya koymaktır; çünkü onlar, çoğu zaman Arapları cehaletle suçlayıp ayıplarlar; halbuki Araplar hurafe hususunda onların ulaştığı bu noktaya hiçbir zaman gelmemişlerdir. Eğer biz Cem ile ilgili bu kısmı buraya almamış olsaydık, Acemlerin haberlerine dair zikretmek istediğimiz bir kısım şeyleri terk etmiş olacaktık. [28]


HZ. NÛH (A.S.)'UN ZAMANINDA MEYDANA GELEN HADİSELER



Hz. Nuh'un peygamber olarak gönderildiği kavmin diyaneti hakkında alimler farklı görüşler ortaya atmışlardır. Bazı alimler, bu kavmin küfür, fuhşiyat, içki içmek ve eğlencelere dalarak Allah'a itaatten yüz çevirmek gibi Allah'ın hoşlanmadığı bu çirkin işlerle meşgul olduklarını söylemiş­ler; diğer bir kısım alimler de bu kavmin Bîverâsb'a itaat eden insanlar olduklarını ifade etmişlerdir. Bîveresb, Sâbiîlik mezhebini ilk defa ortaya koyan kişi olmuş ve Hz. Nuh'un peygamber olarak gönderildiği kavim de ona tabi olmuşlardır. Biz, Bîveresb ile ilgili haberleri yakında İleride bahs­edeceğiz.

Allah'ın kitabı Kur'âıı ise onların putperest bir kavim, olduklarını söy­lüyor ve bir âyette: «(Onlar halka) : 'Salan tapchkîanmzi bırakmayın. Hele Ved'cîen, Suvâ'dan, Yeğûs'tan, Ye'ûk'taıı ve Nesr'den asla vaz geçmeyin' dediler. Onlar böylece pek çok kimseleri saptırıp baştan çıkardılar.» (Nûh, 23,24) buyurulur.

Bana göre bu üç görüş arasında tenakuz yoktur, çünkü hakkında şüp­heye mahal bulunma}'an en doğru görüş Kur'ân-ı Kerîm'İn de beyan ettiği üzere bu kavmin putseperst olmasıdır. Aynı zamanda puta tapan bu kavim, Sâbiîlerin bir kolunu teşkil etmektedir. Sâbiîlik mezhebinin esası ise ru­hanîlere ibadet etmekten ibarettir. Bu ruhanîler de meleklerdir. Onların meleklere ibadet etmelerinin sebebi ise onların kendilerini Allah'a yaklaş­tıracakları inancından kaynaklanmaktadır. Aslında Sâbiîler, kâinatın bir yaratıcısının bulunduğunu ve O'nun kudret ve hikmet sıfatlarına sahip mu­kaddes bir varlık olduğunu itiraf ederler; bununla birlikte: "Bize düşen gö­rev O'nun celal ve azametini kavramaktaki aczimizi bilmek, O'na yakîaş-tırıcı vasıtalar olan ruhanîlerin aracılığı ile O'na yaklaşmağa çalışmak ol­malıdır," derler. Ruhanîleri gözle göremedikleri için de, kâinatı idare et­tiklerine inandıkları büyük varlıklar (heyâkil), yâni yedi gezegenden iba­ret plan yıldızlar vasıtasıyla ruhanîlere yaklaşmağa çalışırlar.

Sâbiîlerden "Eshâbu'l-eşhâs" denilen bir grup, bu büyük varlıkların, yâni yedi gezegenin doğup battıklarını, gece görünüp gündüzün görünme­diklerini düşünerek gözlerinin önünde devamlı bulunmak üzere putlar ih­das etmişlerdir. Onların bundan maksadı, putlar vasıtasıyla "heyâkil" de­nilen yedi gezegene, bunlarla ruhanîlere, ruhanîler ile de kâinatın yaratı­cısına tevessül edip yaklaşmağa çalışmaktı. İşte bu tarz bir düşünceden yer yüzünde ilk defa putlar ortaya çıkmıştır.

Yakın zamana, yâni İslâmiyetten biraz öncesine kadar Arapların ara-smda da bu itikadı taşayanlar vardı. Bu hususla, ilgili olarak bir ayette .; «(Onlar derler ki) : Biz, bunlara (putlara) ancak bizi Allah'a daha fazla yak­laştırsınlar diye tapıyoruz.» (Zümer, 3) buyurulur. Neticede putlara tap­maktan Sâbiîlik, küfür, hayasızlıklar ve diğer .günah çeşitleri meydana gelmiştir.

Hz. Nuh'un kavmi küfür ve isyanlarında direnince, Allah (C.c.), ken­dilerini azabından sakındırmak, tevbeye, hakka dönmeğe ve Allah'ın emir­lerini yerine getirmeğe davet etmek üzere Hz. Nûh (A.s.)'u elli yaşında iken onlara peygamber gönderdi ve Hz. Nûh kavminin arasında dokuz yüz elli yıl kaldı.

Avn b. Ebû Seddâd'a göre, Hz. Nûh peygamber olarak gönderildiği za­man üç yüz elli yasaldaydı ve o kavminin arasında dokuz yüz elli yıl kal­mış, bundan sonra da üç yüz elli yıl daha yaşamıştır. Yukarıda geçtiği üze­re, bu konuda başka rivayetler de vardır.

İbıı İshâk ve diğer alimler bu konuda şöyle diyorlar :

«Hz. Nuh'un kavmi kendisinin üzerine çullanır, boğazını sıkar ve ba-yıltmcaya kadar onu döverlerdi. Nûh (A.s.) kendine gelince : "Ey Rabb'im! Beni ve kavmimi affet, bağışla; zira onlar bilmiyorlar" derdi. Niha­yet onlar isyanlarına devam ettiler, gittikçe de hataları çoğaldı ve bu du­rum hem Nûh (A.s.), hem de kavmi için çok uzun sürdü; gün geçtikçe Hz. Nuh'un onlar tarafından çektiği sıkıntılar daha da arttı, hattâ o, bir nesil gelip geçtikçe daha sonra gelecek olan neslin iman etmesini bekledi; fakat ne yazık ki sonra gelen nesil öncekinden daha beter çıkıyordu. Bu arada onlardan birisi : "Bu adam bizim atalarımızla birlikte yaşadı, o zaman da şimdiki gibi mecnundu, atalarımız onun hiç bir sözünü kabul etmediler." dedi. Hz. Nûh kavmi tarafından dövülür, bir beze sarılarak evine atılırdı. Onu Öldü sanırlardı. Nûh (A.s.) kendine gelince gusleder ve kavminin ara­sına çıkarak onları Allah'a imana davet ederdi. Durumun uzadığını ve her gelen neslin atalarından daha fena olduklarını gören Hz. Nûh ellerini kal­dırıp : "Ey Rabb'im! Kullarının bana yaptıklarını görüyorsun. Eğer se­nin bunlara bir ihtiyacın varsa onları doğru yola ilet, şayet onlara ihtivacm yoksa, onlar hakkında hükmünü vermen için bana fırsat ver." diye dua etti. Bunun üzerine Allah (C.c.) vahiy yoluyla Hz. Nuh'a ; "İnananlar ha­riç, diğerleri inanmayacaktır." buyurdu. Nihayet kavminin imanından ümidini kesen Nûh (A.s.) onların aleyhine bedduada bulundu. Allah (C.c), onun bedduasını şu ayetlerle bize haber veriyor : «Ey Rabb'im! Yer yü­zünde kâfirlerden yurt tutan hiç bir kimse bırakma! Çünkü sen onları bı­rakırsan (mümin) kullarını yoldan çıkarırlar, onlar kafir ve fâcirden baş­ka da evlâd doğurmazlar. Ey Rabb'im! Beni, anamı, babamı, iman etmiş olarak evime giren kimseleri, erkek müminleri ve kadın müminleri sen mağfiret ef; zalimlerin helakinden başka bir şeylerini de artırma.» (Nûh, 26-28).

«Hz. Nûh, kavmini Allah'a şikâyet edip onlara karşı yardım isteyince kendisine Allah tarafından : «(Ey Nûh!) Bizim nazaretimiz ve vahyimizle gemi yap. Zalimler hakkında bana bir şey söyleme; çünkü onlar suda boğu­lacaklardır.» (Hûd, 37) buyuruldu. Bunun üzerine Nûh (A.s.) gemi yapma­ğa yöneldi, dine davet işini durdurup ağaç, demir, zift gibi gemi için ge­rekli olan şeyleri hazırlamağa başladı. Bu arada Hz. Nûh geminin inşası ile meşgul olurken yanından gelip geçen kavmi onu alaya alıyordu. Bir ayette bildirildiği üzere Nûh (A.s.) da onlara: «...Eğer bizimle eğlenirse­niz biz de sizinle, bu eğlendiğiniz gibi eğleneceğiz. Artık kendisim rüsvay edecek olan azabın kime gelip çatacağım, dâimi azabın da kimin başına ' geleceğini ileride bileceksiniz.» (Hûd, 38-39) tarzında karşılık veriyordu. Bu arada kavmi de ona! 'Ey Nûh! Peygamberlikten sonra şimdi de maran­goz oldun' diyerek alay ettiler. Nihayet Allah (C.c.) onların kadınlarını kı­sır hâle getirdi, bu yüzden onlar çocuk yapamaz oldular. Hz. Nûh gemisini sâc (Hindistan'da yetişen bir ağaç) ağacından yapıp tamamladı ve Allah'ın emriyle uzunluğunu seksen, genişliğini elli, yüksekliğini ise otuz arşın yaptı.»

Katâde, bu geminin uzunluğunun üçyüz, genişliğinin elli, yüksekliği­nin ise otuz arşın olduğunu söylüyor.

el-Hasen ise geminin uzunluğunun bin iki yüz, genişliğinin ise altı yüz arşın olduğunu ileri sürüyor; fakat işin doğrusunu Allah bilir.

Ayrıca Allah Nûh (AVs.)'a gemisini üst, alt ve orta olmak üzere üç kat­lı yapmasını emretti ve o da bu emre uygun olarak hareket edip üç katlı yapıp tamamladı ve gemiyi hazır hâle getirdi.

Allah, Hz. Nuh'a vermiş olduğu bir söz üzerine : «Nihayet emrimiz gelip de fırın kaynadığı zaman (Nuh'a) dedik ki: "Her birinden (her çeşit hayvandan erkek ve dişi olmak üzere) ikişer çift ile aleyhinde söz geçen (helakleri takdir edilen) kimselerden gayri aileni ve iman edenleri gemiye yükle." Zaten onunla beraber iman edenler de pek azdı.» (Hûd, 40) buyur­du. Allah (C.c.) bu fırını kendisiyle peygamberi olan Nûh (A.s.) arasında bir alâmet kılmıştı.

Rivayet edildiğine göre, bu fırın (tennûr) Havva'nın sahip olduğu bir taştan ibaretti. İbn Abbâs'a göre ise bu fırın Hindistan topraklarında bulu­nuyordu. Mücâîıid ve eş-Şa'bi ise bu fırının Küfe topraklarında bulundu­ğunu, fırında suyun kaynadığını gören eşinin bunu Nûh (A.s.)'a haber ver­diğini söylüyorlar.

Ayrıca Allah'ın emriyle Ka'be Cebrail (A.s.) tarafından dördüncü kat göğe kaldırıldı. Yukarıda da bahsi geçtiği üzere, Ka'be cennet yakutundan yapılmıştı. "el-Haceru'1-esved" denilen taş da yine Cebrail (A.s.) tarafın­dan Ebû Kubeys dağının bir yerine gizlice bırakılmıştı. Hz. İbrahim (A.s.) Ka'be'yi yeniden inşa edip bu taşı yerine yerleştirinceye kadar bırakıldığı yerde kalmıştı.

Nihayet fırın kaynayıp fışkırmca Allah (C.c.)'ın gemiye almasını em­rettiği kimseleri Hz. Nûh gemisine aldı. Bunlar, Hz. Nuh'un üç oğlu Sâm, Hâm ve Yâfes İle bunların hanımları ve diğer altı kişiden ibaretti. Böyle­ce Hz. Nûh ile birlikte gemiye binenlerin sayısı on üç olmuştu.

İbn Abbâs'a göre, gemide sekiz erkek kişi bulunuyordu; bunlardan biri Cürhüm idi ve hepsi de Hz. Şîs (A.s.)'in oğullarmdandı.

el-A'meş ise gemide bulunanların yedi kişiden ibaret olduğunu söy­lüyor1; fakat bunların arasında Hz. Nuh'un hanımının bulunduğunu zikret­miyor.

Katâde'ye göre de gemide sekiz kişi vardı. Bunlar, Hz. Nûh, hanımı ve üç oğlu ile bunların hanımlarından ibaretti.

Hz. Nûh kendisiyle birlikte Hz. Adem (A.s.)'in cesedini gemiye aldı; sonra Allah'ın, yanma almasını emrettiği hayvanları gemiye soktu; fakat kâfir olan oğlu Yâm ise gemiye binmedi. Bu arada gemiye en geç binen hayvan merkep oldu. Merkep gemiye alınırken göğsü gemiye girdiği hal­de, İblis kuyruğuna yapıştığı için ayakları bir türlü yerden kalkmıyordu. Hz Nûh, merkebe gemiye girmesini emrettiyse de o bir türlü girmeğe güç ye-tiremiyordu. Nihayet Nûh (A.s.) merkebe : «Şeytan yanında olsa dahi ge­miye gir.» diye seslendi. Böylece Hz. Nuh'un ağzından sürc-i lisan kabilin­den bu söz çıkmış oldu. Hz. Nûh bu sözü söyler söylemez şeytaa merkep ile birlikte gemiye girdi. Bunun üzerine Hz. Nûh : «Ey Allah'ın düşmanı, seni gemiye kim soktu?» diye şeytanı sorguya çekti. Şeytanın : «"Her ne kadar yanında şeytan bulunsa dahi gemiye gir." diye merkebe seslenen siz değilmiydiniz?» demesi üzerine onu serbest bıraktı.

Hz. Nûh (A.s.)'un gemiye hayvanları alması emredilince o : «Ey Rabb' im! Şimdi ben arslanla sığırı, oğlakla kurdu, kuşla kediyi bir arada nasıl barındıracağım?» dedi. Bunun üzerine Allah (C.c.) ona : «Daha önce ara­larına düşmanlığı koyan, şimdi de onların arasını bulur.» cevabını verdi ve arslanm üzerine humma hastalığı atarak onu kendisiyle meşgul etti.

İşte bu yüzden bir şi'irde :

«Uzun ömürlü de olsa köpek humma hastalığına yakalanmaz; fakat humma hastalığı arslanm alın yazısıdır.» denmiştir.

Hz. Nûh geminin en alt katma kuşları, orta katma vahşî hayvanları yerleştirdi, kendisiyle birlikte bulunan âdemoğulları da en üst kata yer­leştiler. Hz. Nûh gemide kendisini garanti altına alıp gemiye alınmaları emredilenleri gemiye yüklediği zaman, bir rivayette, bizim zikrettiğimiz gibi, diğer rivayette ise altı yüz yaşlarında bulunuyordu. İşte bu sırada su­lar boşanmağa başladı. Nitekim bu hususla ilgili bir âyette : «Biz de derhal nehir gibi devamlı akan bir su ile göğün kapılarım açtık. Yer yüzünde kay­naklar fışkırttık. Her iki su takdir edilmiş bir işin olması için birleşti.» (Ka­mer, 11-12) buyurulur. Suların boşanmağa başlaması ile geminin su üze­rinde yükselmesi arasında kırk gündüz ve kırk gecelik bir zaman geçti; hattâ gittikçe sular çoğalıp yükselmeğe başladı. Hz. Nûh (A.s.) kendisinin ve beraberindekilerin üzerine geminin çatısını kapatıp örttü. Sonra gemi dağlar gibi dalgalar arasında yüzmeğe başladı. Bu sırada Hz. Nûh kendi­sinden ayrılıp bir kenarda bekleyen ve helak edileceklerden olan oğlu Yâm'a : «Yavrucuğum! Sen de bizimle beraber bin, kâfirler ile beraber ol­ma.» (Hûd, 42) diye seslendi. Fakat kâfir olan oğlu Yâm babasına : «Beni sudan koruyacak bir dağa çıkacağım...» (Hûd, 43) karşılığını verdi. Hz. Nuh'un oğlu Yâm, barınak ve sığınak yerleri olan dağlara çıkıp kurtulmak istemişti. Bunun üzerine Hz. Nûh oğlunu : «Bugün Allah'ın emrinden (azabından) merhamet sahibi olan Allah'tan başka koruyucu yoktur...» (Hûd, 43) diyerek uyardı. Ama ne yazık ki bu sırada : «Aralarına bir dal­ga girdi ve oğlu (Yâm) suda boğulanlardan oldu.» (Hûd, 43).

Bu sırada sular dağların başlarına yükseldi; hatta en yüksek dağın ba­şından onbeş arşın daha yükseldi. Neticede yer yüzünde bulunan hayvan­lar ve bitkiler telef oldular. Yer yüzünde ise sadece Hz. Nûh (A.s.), onun­ca birlikte bulunanlar, bir de Tevrat ehlinin iddialarına göre Uc b. Anak sağ kaldılar.

İbn Abbâs anlatıyor :

«Allah (C.c.) kırk gün yağmur yağdırınca, yağmur ve çamurdan rahat­sız olan hayvanlar ve kuşlar Hz. Nuh'un yanma gelip onun emrine boyun

eğdiler. Bunun üzerine Hz. Nûh, Allah'ın emrettiği üzere onlardan alına­cakları gemiye yükledi. Nihayet Hz. Nûh ve beraberindekiler on üç Ağus­tos (Âb)'a rastlayan Recep ayının onuncu gününde gemiye bindiler, Mu­harrem ayının onuncu günü olan Aşure gününde gemiden dışarı çıktılar, işte Âşûre günü oruç tutanlar bundan dolayı tutarlar.»

«Tufan hadisesinde yükselen sular iki yönden geliyordu. Bu suların ya­rısı gökten boşanıyor, diğer yarısı ise yerden fışkırıyordu. Hz. Nuh'un ge­misi bütün yer yüzünü dolaştı ve hiç bir yerde karar kılamadı. Nihayet Harem'e (Mekke'ye) geldi ve içine girmeden bir hafta onun çevresinde do­laştı. Sonra buradan ayrıldı; içinde bulunanlarla birlikte yer yüzünü dola­şarak Musul topraklarındaki Kardâ'da bulunan Cûdî dağma gelip onun üzerinde karar kıldı. İşte bu anda Allah tarafından : «...Zâlimler güruhu­na : 'Uzak olsunlar' denildi" (Hûd, 44). Gemi Cûdî dağının üzerine karar kılınca, yine Allah (C.c.) tarafından : «Ey yer yüzü! Suyunu yut; ey Göle! Sen de suyunu tul.» denildi.» (Hûd, 44). Nihayet yer yüzü suyu yutup içi­ne çekti. Sular çekilinceye, kadar Hz. Nûh gemide kaldı. Bundan sonra Nûh (A.s.) gemiden çıkıp el-Cezîre topraklarında bulunan Karda tarafında bir yere gitti ve orada bir köy kurup "Semânın" (seksen) adım verdi. Çünkü yanında bulunanların sayısı seksen kişiden ibaretti ve her biri kendisi için bir ev yapmıştı. Bu köy hâlen de "Suku's-Semânîn" adını taşımaktadır.»

Tevrat ehlinden bazıları, Hz. Nuh'un çocuklarının Tufan'dan sonra dünyaya geldiğini söylüyorlar. Bir rivayete göre de Sânı'm Tufandan dok­san sekiz yıl önce dünyaya geldiği ileri sürülüyor. Bir rivayette de Hz. Nuh'un boğulan oğlunun adı Yâm olarak bilinen Ken'an'dır.

Mecûsîlere gelince, onlar Tufan hadisesini bilmezler, devletin Keyû­mers (Hz. Âdem)'in devrinden beri kendilerinde bulunduğunu söylerler. «Eğer Tufan olsaydı bunların nesilleri kesilmiş olur ve devletleri de yıkılıp gitmiş olurdu.» derler.

Bazı mecûsîler ise Tufan hadisesini kabul ederler, fakat bunun Bâbil ve ona yakın çevrede meydana geldiğini ileri sürerek, Keyûmers (Hz. Âdem)'in çocuklarının meskenleri doğuda olduğu için Tufan baskınının onlara ulaşmadığını söylerler. Fakat bu hususta söylenen en doğru söz, Allah (C.c.)'m : «Biz onun (Nuh'un) zürriyeüni (yer yüzünde) devamlı kıl­dık.» (Sâffât, 77) buyruğudur. Çünkü gemide birlikte bulunduğu kimseler­den oğulları Sânı, Hâm ve Yâfes hâriç hiçbir kimse onun neslini devam ettirmemiştir.

Hz. Nûh (A.s.) ölüm döşeğinde iken kendisine : «Dünyayı nasıl bul­dun?» diye sormuşlar. O da : «İki kapılı bir ev gibi buldum, bir kapıdan girdim, diğer kapıdan çıktım.» buyurmuşlar. Hz. Nûh ölümünden sonra yerine en büyük oğlu Sâm'ı vasi tayin etmiştir. [29]


ARAPLARIN DAHHÂK ADINI VERDİKLERİ BÎVERESB [30] (İZDİHAK)



Yemen ahalisi Dahhâk'm kendilerinden olduğunu, onun firavunların ilki olup Hz. İbrahim (A.s.) Mısır'a geldiği zaman buranın kralı olduğunu iddia ederler.

Farslar ise onun kendilerinden olduğunu söylerler ve onu kendi soy­larına nisbet ederek şeceresinin Bîveresb b. Ervendesb b. Zinkâr b. Vend-rîştek b. Yârîn b. Efrevâl b. Siyâmek b. Mîşâ b. Keyûmers olduğunu zikr­ederler. Farslılardan bazıları ise onu başka bir şecere ile kendilerine nisbet ederler.

Eskilere ait tarihî haberleri rivayet edenler ise onun yedi iklime ha­kim olduğunu, aynı zamanda sihirbaz ve fâcir bir kişi olduğunu iddia eder­ler.

Hişâm el-Kelbî anlatıyor :

«Doğrusunu Allah bilir, ama iddia edildiğine göre, Dahhâk Cemşîd'den sonra bin yıl hükümdarlık yapmıştır. O, Sevâd'de Küfe yolundaki Burs ad­lı bir köyde yerleşmiş ve bütün yer yüzüne hakim olmuştur. Zulüm ve haksızlığı prensip edinmiş, pek çok adam öldürmüş, yer yüzünde ilk defa adam asmayı, insan organı keserek cezalandırmayı o başlatmıştır. Yer yü­zünde öşür vergisini ihdas eden, para basan, şarkı söyleyen ve kendisi için şarkılar söylettiren ilk kişi yine odur. Bize ulaşan bir habere göre, Dah­hâk Nemrûd'un kendisidir. Hz. İbrahim (A.s.) onun zamanında doğmuş­tur, Hz'. İbrahim'i ateşte yakmak isteyen de odur. Farslar ise hükümdarlı­ğın Uşhenc, Cemşîd ve Tahmûris'in mensup oldukları sülaleye ait olduğu­nu, Dahhâk'in ise yer yüzü halkının hükümdarlığını sihirbazlık ve kötü yollarla, hattâ halkı omuzları üzerinde bulunan iki yılanla korkutarak ele geçirip gasbettiğini iddia ederler.»

Kitap ehlinden bir çokları ise, onun omuzları üzerindeki şeyin ejder­ha başı gibi uzunca iki et parçasından ibaret olduğunu ve onun bunları el­bisesiyle örtüp kapattığını söylerler. O, halkı korkutmak maksadıyla bun­ların iki yılan olduğunu, yiyecek istediklerini, acıktıkları zaman hareket edip kımıldadıklarını söylerdi; halk ise kendisinden çok sıkıntı çekmişti. Ayrıca o, omuzları üzerindeki et parçaları deprenip hareket ettiği zaman bunlara insan beyni ile yakı yapardı ve böylece onların deprenmeleri din­miş olurdu. Bunun için de o küçük yaştaki çocukları boğazlardı; hatta bu iş için her gün iki adam boğazlardı. Halk, bu şekilde onun cefasına katlan­mayı sürdürürken Allah (C.c.) onun helak olmasını murad etti; bu sebeble İsbahan (İsfahan) halkının avam sınıfından Kâbî (Câve) adında birisi isyan bayrağını çekti. Onun isyan etmesinin sebebi ise, Bîveresb (Dahhâk)'in adamları tarafından iki oğlunun omuzlarındaki et parçalarının ızdırap ve deprenmesini durdurmak için elinden alınmış olmasıydı. Kâbî elinde bulu­nan asasına yanında taşıdığı dağarcığını takarak bir bayrak gibi yere dik­ti ve halkı Bîveresb'e karşı cihad ve savaşa çağırdı. Çeşitli zulüm ve işken­celer içerisinde bulunduklarından halkın pek çoğu onun çağrısını kabul ederek çevresinde toplandılar. Kâbî. Bîveresb'i mağlup edince halk bu bayrağı uğurlu sayarap tazim edip saygı göstermeğe haşladı; hattâ halk bayrak hususunda aşırı gitti. Nihayet bu bayrak Acem şahlarının teber-rük edip uğur bekledikleri en büyük bayrakları oldu ve bu bayrağa "De-refş-i Kâbiyân" adını verdiler. Onlar, bu bayrağı büyük işlere giriştikleri zaman ortaya çıkarırlardı. Yine bu bayrak hükümdar çocuklarının büyük ve önemli işler için yola çıkarıldıkları vakit çekilirdi.

İsbahan halkından olan Kâbî kendisine tâbi olanlarla birlikte hare­kete geçti ve yoluna devanı ederken etrafına pek çok adam toplandı. Kâbî Dahhâk'e yaklaşınca onun kalbine bir korku düştü, konaklarını terk edip kaçtı, yerini ise boş bıraktı. Bunun üzerine Acemler Kâbî'nin etrafına top­landılar; fakat Kâbî saltanata talip olmayacağını ve buna da lâyık olmadı­ğını onlara bildirdi ve kendilerine Cemşîd'in evlâdından birisini hükümdar yapmalarını emretti; çünkü Cemşîd, devlet kuran ve bunda hizmeti sebkat eden büyük hükümdar Uşlıank b. Fervâl'in oğlu (torunu) idi. Efridûn b. Es-gıyân ise Dahhâk'in şerrinden bir yerde saklanmıştı. Kâbî ile beraberin­dekiler onun yanına geldiler ve onunla karşılaşınca çok sevindiler, hattâ hemen onu hükümdarlığa getirdiler. Bu arada Kâbî ile memleketin ileri gelenleri devlet işlerinde ona yardımcı oldular. Efridûn, saltanata geçip devlet işlerini sağlam bir temel üzerine oturttuktan sonra Dahhâk'in ko­naklarını ele geçirdi ve onun peşini takip ederek Dünbâvend dağlarında onu esir etti.

Mecûsîlerden bazıları, Efridûn'un, Dahhâk'i koruma altında tutmak için cinlerden "bir grubu görevlendirdiğini söylerler. Bazıları ise Dahhâk' in, Dâvud (A.s.)'un oğlu Hz. Süleyman ile karşılaştığını ve Süleyman (A.s.)' in onu Dünbâvend dağında hapsettiğini iddia ederler. O zaman Hz. Süley­man Şâm (Suriye)'da bulunuyordu.

Tutuklu bulunan Bîveresb (Dahhâk)'i Hz. Süleyman sürükleyerek Ho­rasan'a getirdi. Hz. Süleyman onu tanıyınca kaçmamasını sağlamak için cinlere emir verdi, onlar ela onu tutup sıkıca bağladılar; ayrıca hapsedil­diği mağaradan çıkıp kaçmamasını ve ebediyyen orada kalmasını sağlamak için, cinler onun tutuklu bulunduğu mağaranın kapısını çalıp tıklatan iki adam varmış gibi ona bir de tılsım yaptılar. Diğer taraftan Mecûsîler Dah­hâk'in ölmeyeceğine inanırlar.

İşte yukarıda anlatılan bu hikâye, Farslarm mübalağalı yalanlarından biridir. Ayrıca Farslarm bu konuda bizim buraya almadığımız daha çok mübalağalı yalanları da vardır.

Farslardan bazıları, Efridûn'un onu Nevruz günü öldürdüğünü ileri sürerler. Acemler, Dahhâk öldürülürken ; "İrnrûz nevruz"; yani "Bugün yeni bir gündür, zamanı yeni bir gün ile karşılıyoruz." demişler ve onun öldürüldüğü günü, yâni Nevrûz'u "bayram günü ilân etmişlerdir. Dahhâk' in esir alınması Mehrican günü vuku bulmuştur. Bunun üzerine Acemler : "Adam boğazlayan kişinin öldürülmesi için Mehrican gelmiştir" demiş­lerdir.

Farslar, Dahhâk'in yaptığı işlerden biri hariç, güzel sayılabilecek hiç­bir işini duymadıklarını söylüyorlar. Onun güzel sayılan işi ise şudur : Onun ahaliye yaptığı cefalar artıp, işlediği zulümlerin ardı arkası kesil­meyince, memleketin ileri gelenleri birbiriyle haberleşerek kapısına kadar gidip onunla görüşmeyi kararlaştırdılar. Nihayet kapısına gelen bu kişiler, ilk önce yanma girip konuşmak üzere İsbahanlı Kâbî'yi seçtiler. Dahhâk'in huzuruna selâm vermeden giren Kâbî Ona : «Ey hükümdar! Seni bütün iklimlerin hükümdarı olarak mı, yoksa bu bir iklimin (Bâbil'in) hüküm­darı olarak mı selâmlayayım?» dedi. Dahhâk ise : «Bütün iklimlerin hü­kümdarı sıfatıyla selâmla; çünkü ben, bütün yer yüzünün hükümdarıyım» diye karşılık verdi. Bunun üzerine Kâbî ona : «Madem ki bütün iklimlerin hükümdarısın, neden bu yük ve ağırlıkları, kötülükleri bu iklimlerin ara­sından sadece bize yüklüyorsun ve neden şu işleri bizimle diğer iklimlerin insanları arasında taksim etmiyorsun?» diye sordu. Bu arada Kâbî ons kendilerinden hafifletilmesini istediği bir takım şeyleri sayıp döktü. Dah­hâk ise onun sözlerini tasdik etti ve onun bu sözleri Dahhâk'e te'sir etti. Bu te'sirle o yaptığı kötülükleri ikrar edip itiraf etti ve yanma gelen bu hey'etin gönüllerini alarak onların istedikleri ve hoşlandıkları şeyleri ya­pacağına dâir söz verip vaatlerde bulundu. Ayrıca onlara, şimdilik, tekrar geri gelmek üzere yerlerine dönmelerini ve geldikleri zaman ihtiyaçları­nı yerine getirdikdikten sonra tekrar yurtlarına dönmelerini söyledi.

Dahhâk ile gelen hey'etin konuşmaları esnasında Dahhâk'in annesi de orada hazır bulunmuştu. Annesi ise kendisinden daha kötüydü. Gelen heyet huzurdan ayrıldıktan hemen sonra annesi onların konuşmalarına karşı oğlunun tahammül gösterip yumuşak davranmasına kızarak öfkeli bir halde yanma girdi, oğlunu azarlayıp yerdikten sonra ona : «Sen onları kırıp geçirip yok etmeli ve ellerini kesmeliydin.» dedi.

Nihayet annesi sözü uzatınca oğlu da ona : «Ey kadın! Senin düşün­düklerinin hepsini ben de düşündüm, fakat heyet hâlinde gelen bu kişiler beni hak mefhumuyla ansızın kıskıvrak bağladılar. Onların üzerine atılıp yok etmeği her düşünüşümde hak mefhumunun hayali benimle onların arasına girdi, bundan dolayı onlara bir şey yapamadım.» cevabını verdi. Bundan sonra Dahhâk çevre bölgelerden gelen halkla meşgul olmağa baş­ladı, onlara daha önce vermiş olduğu sözleri tutup yerine getirdi ve onla­rın pek çok ihtiyaçlarını karşıladı.

Bazıları, Dahhâk'in saltanatının altı yüz yıl, ömrünün ise bin yıl ol­duğunu söylerler. O, ömrünün sonlarına doğru nüfuz ve kudreti bakımın­dan sanki bir hükümdara benziyordu. Bir rivayete göre, onun saltanatı bin yıl sürmüş, kendisi ise bin yüz yıl yaşamıştır.

Bizim, Bîveresb (Dahhâk) ile ilgili haberleri burada zikretmemizin se­bebi, bazılarınca Hz. Nuh'un onun zamanında yaşadığı ve Hz. Nuh'un ona ve sahip olduğu memleketlerin ahalisine peygamber olarak gönderildiği iddiasından ileri gelmektedir. Bir rivayete göre, Bâbil, Sûr ve Dimaşk şe­hirlerini Dahhâk kurmuştur. [31]


HZ. NÛH (A.S.)'UN ZÜRRİYYETİ



Hz. Peygamber (S.a.) : «Biz onun (Nuh'un) zürriyyetini baki kıldık.»

(Sâffât, 77) ayetini tefsir" ederken onun devamlı ve baki olan zürriyetinin Sâm, Hâm ve Yâfes olduğunu beyan etmiştir.

Vehb b. Münebbih ise Arap, Fars ve Rumların atasının Sâm, Sudan­lıların atasının Hâm, Türkler ile Ye'cûc ve Me'cûc'un atalarının Yâfes ol­duğunu söylüyor. Bir rivayete göre, Kiptiler Hâm'ın oğlu Küt'un çocukla­rından üremişlerdir.

Hâm'ın neslinin siyahı olmasının sebebi ise şudur : Hz. Nûh uyuduğu zaman avret yeri açılmıştı; Hâm babasının bu durumunu gördüğü halde onun avret yerini Örtmemişti. Diğer iki oğlu Sânı ile Yâfes babalarının av­ret yerlerini görür görmez hemen üzerine bir elbise atarak örtmüşlerdi. Hz. Nûh uyanınca Hâm ile diğer iki kardeşinin yaptıklarını öğrendi, Hâm' m aleyhine, Sâm ile Yâfes'in de lehine duada bulundu.

İbn İshâk anlatıyor :

«Hz. Nûh (A.s.)'ım oğlu Sâm'ın hanımı Sulb (Sâlîb?), Betâvîl (Berâil?) b. Mahvîl b. Hanûh b. Kayn b. Âdem'in kızıdır. Sâm'ın bu hanımından Erfahşed, Esved (Eşved), Lâved ve İrem adında oğlan çocukları dünyaya gelmiştir. Fakat ben, İrem'in Erfahşed ve kardeşleriyle bir anneden olup olmadıklarını bilmiyorum. Sâm'ın oğlu Lâved'in çocukları ise Fars, Cürcân, Tasni ve Amâlika'nııı atası olan Amlîk'tır. Şam'da (Suriye'de) kendilerine Ken'ânîler denilen zalim ve cebbar kimseler ile Mısır firavunları, Câsim adıyla bilinen Bahreyn ve Uman ahâlisi bunlardandı. Yemâme ile Şıhr ara­sında bulunan Remi topraklarında göçebe çadır halkı olarak yaşayan Lâ­ved'in soyundan gelen Emîmoğulları da bunlardandı. Onlar, bu bölgede çoğalmışlardı; fakat işlemiş oldukları bir günah yüzünden helak oldular, gerilerinde ise kendilerine "Nesnâs" denilen küçük bir grup kaldı. Yemâ-nıe'de yerleşen Tasm sülâlesi ise Bahreyn'e kadar uzanmışlardı. Tasım, Anıâlîk, Emînı ve Caşinı Arap kavminden olup dilleri ise Arapça idi. Daha Yesrib (Medine) şehri kurulmazdan önce Abîl buraya gelmişti. Amâlîk'a mensup olanlar da San'â'mn adı konmazdan önce San'â bölgesine inmiş­lerdi. Hattâ onların bir kısmı Yesrib'e gelerek Abîl'i oradan sürüp çıkar­mışlar ve "Cuhfe" denilen yere inip yerleşmişlerdi. Üzerlerine boşanan bir sel yüzünden helak oldukları için burasına "Cuhfe" adı verilmiştir.»

«Sâm'ın oğlu İrem'in Avd (Avs) Gâsir ve Havil adında üç oğlu oldu. Avd'm Gâsir, Âd ve Abü adlarında üç oğlu dünyaya geldi. İrem'in oğlu Gâsir'den ise Semûd ve Cedîs doğdu. Bunlar Arap olup Arapçanm Mudaı lehçesiyle konuşurlardı. Araplar bu kavimlere ve Cürhüm'e el-Arabu'l -âribe (saf Arap) derlerdi. Yine Araplar, kendi aralarında yaşadıkları biı sırada Arapça konuşmayı öğrendikleri için İsmail oğullarına el-Arabu'l ■ müte'âribe (Araplaşmış Araplar) derlerdi.»

«Âd kavmi Reml'den Hadramevt'e kadar, Semûd ise Hıcâz ile Şâm ara­sında bulunan Hıcr bölgesinden Vâdi'1-Kurâ (Mekke)'ya kadar olan yer­lerde ikamet edip yerleşmişlerdi. Cadîs de Tasm'a iltihak edip onlarla bir­likte o gün için adı Cevv olan Yemâme'den Bahreyn'e kadar olan kısımda ikamet ediyorlardı. Câşim topluluğu ise Umân'da kalıyordu.»

«Nabat ahâlisi, Nabît b. Mâş b. İremb. Sâm'm çocuklarından meydana gelmiş, Farslar ise Fars b. Tîreş b. Mâsûr b. Sâm'm oğullarından türemiş­lerdir.»

«Sâm'm oğlu Erfahşed'in de Kaynân adında bir oğlu oldu. Kaynân sihir ile meşgul olurdu. Sonra Kaynân'ın da Salih b. Erfahşed şeceresiyle anı­lan bir oğlu dünyaya geldi. Kaynân sihirle meşgul olduğu için Tevrat'ta bu şecerede ismi zikredilmedi. Salih'ten ise Gâbir, Gâbir'den de Fâlağ dün­yaya geldi. Fâlağ kelimesinin mânası "taksim edens bölen" demektir. Onun bu adı alması, yer yüzünün onun döneminde bölünmesinden ve dillerin onun zamanında karışmasından ileri gelmektedir. Ayrıca Gâbir'in bir de Kahtan adında bir oğlu daha dünyaya geldi. Kahtân'ın da biri Ya'rub, diğeri Yakzân adında iki oğlu oldu. Bunlar Yemen'e yerleştiler. Yemen'e ilk yerleşen ve "laneti icabettirecek bir şey yapmadın" manasında "ebey-îe'1-la'ne" cümlesiyle ilk selâmlanan hükümdar Kahtân'dır. Gâbir'in oğlu Fâlağ'dan Erğû, Erğû'dan Sârûğ, Sârûğ'dan Nâhûr, Nâhûr'dan Târah, yani Arapçadaki adıyla Âzer, Âzer'den Hz. İbrahim (A.s.) dünyaya gelmiştir. Ayrıca Erfahşed'in Nemrûd admda bir oğlu daha doğmuştur. Bir rivayete göre ise Nemrûd'un neseb şeceresi Nemrûd b. Kevş b. Hâm b. Nuh'tur.»

Hişâm el-Kelbî ise bu konuda şunları söylüyor :

«Hindi ve Sindler, Tevkîr (Tevkîn) b. Yaktın b. Gabir b. Şâlıh b. Er­fahşed b. Sâm b. Nuh'un oğullarıdır. Cürhüm ise Yaktın b. Gâbir'in ço­cuklarından üremiştir. Hadaramevt de Yaktm'm oğludur. Nesebini Hz, İsmail (A.s.)'in soyundan başkasına nİsbet edenlere göre Yaktın ile Kahtân aynı kişidir. Smhâce ve Kütâme'nin haricindeki Berberi ahalisi ise Semîlâ b. Mârib b. Fârân b. Amr b. Amlîk b. Lâved b. Sânı b. Nuh'un çocukları­dır. Smhâce ile Kütâme ise İfrikış b. Sayfîb. Sebe'in oğullarıdır.»

«Hz. Nuh'un oğlu Yâfes'in ise Câmir, Mu'â', Mûrek, Buvân, Fubâ, Mâ-şic ve Tîreş adlarındaki oğulları dünyaya gelmiştir. Bir görüşe göre Câ-nıir'in evlâdından Fars hükümdarları dünyaya gelmiş, Türkler ve Hazarlar Tîreş'in çocuklarından, Üşbân ahâlisi Mâşic'in çocuklarından, Ye'cûc ve Me'cûc, Mû'â'm çocuklarından, Sakâlibe (Bulgarlar?) ve Burcân (Boğdan?) ahâlisi de Buvân'm çocuklarından üremişlerdir. Üşbân ahâlisi eski çağ­larda, îs b. İshâk'm çocukları ve başkaları gelip yerleşmeden Önce Rum topraklarında yaşarlardı. Hz. Nuh'un üç oğlu Sâm, Hâm ve Yâfes'ten tü­reyen her kavim ayrı ayrı ülkelere dağılarak yerleştiler ve başkalarını bu topraklardan sürüp çıkardılar.»

«Şecereleri Laııtîb. Yunan b. Yâfesb. Nûh olan Rumlar da Yâfes'in çocuklarından üremişlerdir.»

«Hz. Nuh'un oğlu Hânı'm Mısrâyim, Kevş, Kût ve Ken'an adlarında dört oğlu olmuştur. Hânı'm oğlu Kevş'ten Nemrûd dünyaya gelmiştir. Bir rivayete göre, Nemrûd'un Sâm'm oğullarından olduğu söylenir. Hânı'm çocuklarının geri kalanları ise Nuba, Habeş ve Zengibar sahillerine gidip yerleşmişlerdir. Berberi ahâlisi ile Kıptîlerin Mısrâyim'in çocuklarından üredikleri de rivayet edilmektedir.»

«Rivayete göre Kût, Sind ve Hind'e giderek oraya yerleşmiş, burala­rın halkı ise onun çocuklarından üremişlerdir.»

«Ken'an oğullarının bir kısmı Şâm (Suriye)'a gitmiş, sonra İsrâiloğul-ları Şam'a gelip onları Öldürmüşler, sağ kalanları ise sürüp çıkarmışlar, böylece Şâm İsrâiloğullarınm eline geçmiştir. Daha sonra İsrâiloğulları-nın üzerine yürüyen Rumlar, çok azı hariç olmak üzere onların bir kısmını öldürmüşler, geri kalan kısmını ise., Irak'a sürmüşlerdir". Neticede Arapla­rın gelmesiyle Şâm onların eline geçmiştir.»

«Âd kavmine kendi zamanlarında "Âd-ı İrem" denirdi. Âd kavmi he­lak olduktan sonra Semûd kavmine "Semûd-ı İrem" denildi.»

«Tevrat ehline göre, Erfahşed dünyaya geldiği zaman babası Sâm yüz iki yaşındaydı. Erfahşed'in babası Sânı altı yüz yıl yaşamıştır. Erfahşed otuz beş yaşında iken oğlu Kaynân doğmuştur. Erfahşed de dört yüz otuz sekiz yıl yaşamıştır. Kaynân otuz dokuz yaşında iken Şâlıh adındaki oğlu dünyaya gelmiştir; fakat yukarıda da anlattığımız üzere, Kaynân sihirbaz olduğu için ilâhî kitaplarda Ömründen bahsedilmemiştir. Gâbir doğduğu zaman babası Şâlih otuz yaşındaydı. Şâlih dört yüz otuz üç yıl yaşamıştır.

Gâbir'in Fâlağ ve Kahtân adında iki oğlu dünyaya gelmiştir. Tufan'dan yüz kırk yıl sonra Fâlağ doğmuştur. Babası Gâbİr ise dört yüz yetmiş dört yıl yaşamıştır. Fâlağ otuz yaşında iken oğlu Erğû doğmuştur. Babası Fâ­lağ ise iki yüz otuz dokuz yıl yaşamıştır. Erğû otuz iki yaşında iken oğlu oğlu Sârûğ dünyaya gelmiştir. Erğû iki yüz otuz dokuz yıl yaşamıştır. Sâ-rûğ otuz yaşında iken oğlu Nâhûr doğmuştur. Babası Sârûğ ise iki yüz otuz yıl yaşamıştır. Nâhûr yirmi yedi yaşında iken Hz. İbrahim (A.s.)'in babas] olan oğlu Târah (Âzer) dünyaya gelmiştir. Nâhûr, iki yüz kırk sekiz yıl yaşamıştır. Târah'tan Hz. İbrahim (A.s.) doğmuştur. Tufan hadisesi ile Hz. İbrahim'in doğumu arasından geçen zaman ise bin iki yüz altmış üç yıldır. Bu sırada Hz. Âdem (A.s.)'in yaratılışının üzerinden üç bin üç yüz otuz ye­di yıl geçmişti.»

«Gâbir'in oğlu Kahtân'dan Ya'rub, Ya'rub'tan Yeşcüb, Yeşcüb'ten Se-be', S ebe'ten Hımyer, Kehlân, Amr, Eş'ar, Enmâr ve Mürr, Amr'dan Adî, Adî'den Lalım ve Cüzam dünyaya gelmişlerdir.» [32]


EFRİDUN'UN HÜKÜMDARLIĞI



Esgıyân'ın oğlu Efridûn Cemşîd'in soyundan gelmiştir. Fars nesep alimlerinden bazıları, Dahhâk'i yenip mülk ve devletini elinden alan Ef-ridûn'ım Hz. Nûh (A.s.)'un kendisi olduğunu, diğer bazıları ise Efridûn'un Allah (C.c.)'m Kur'ân-ı Kerîm'de zikrettiği ve Hz. İbrahim ile macerası olan Zülkarneyn'in kendisi olduğunu iddia ederler. Benim Efridûn'u bura­da zikretmenin sebebi, onun üç oğlunun kıssalarının ilerde bahsedileceği üzere Hz. Nuh'un kıssasına benzemesi, hal ve gidişatının güzelliği, Dahhâk' in onun tarafından öldürülmüş bulunması, ayrıca bir rivayete göre Dahhâk' in helakinin Hz. Nuh'un tarafından olduğu iddiası gibi hususlara dayan­maktadır.

Geri kalan diğer Fars nesep alimleri ise Efridûn'un nesebini hüküm­dar Cemşîd'e nisbet ederler. Cemşîd ile Efridûn arasında on batında on ata gelip geçmiş, Dahhâk'ten korktukları için de hepsi Esğiyân adım al­mış, ancak kendilerine kırmızı renkli veya alaca renkli sığır sahibi Es-ğıyân gibi verilen lakaplarla birbirinden ayırt edilmeleri mümkün olmuş­tur. İlk önce filleri ehlîleştirip onlara binen, katırlar üreten, ördek ve gü­vercin besleyen, teryak yapan Efrİdûn'dur. Ayrıca o. zulme uğrayanların hakkını korumuş, halka Allah'a ibadet etmeyi, insaflı hareket edip iyilik yapmalarını emretmiş, halkın Dahhâk tarafından gasbedilen topraklarını ve diğer şeylerini kendilerine iade etmiş, ancak sahipleri bulunmayan mülk ve toprakları yoksul miskinlere vakfetmiştir.

Rivayete göre ilk önce sûfî ismini alan ve tıp ilmiyle meşgul olan kişi Efrİdûn'dur.

Efridûn'un üç oğlu vardı. Büyük oğlunun adı Şerm (Semi?) ikincisi­nin adı Tûc, üçüncüsünün adı ise İrec idi. Kendisinden sonra oğullarmm ayrılığa düşeceklerinden korkan Efridûn hayatta iken idaresi altında bu­lunan memleketleri onların arasında üçe taksim etti. Bunu yaparken de onların hisselerine düşen paylarını üzerinde adlarının yazılı bulunduğu okların içerisine yerleştirdi ve her birine kur'a usulüyle bunlarından birisini almalarını emretti. Neticede Rum ve Mağrip (Batı) ülkeleri Şerm'e, Türk ve Çin ülkeleri Tûc'a, Irak Sind, Hind, Hicaz ve diğer ülkeler de îrec'e isabet etti. Ayrıca Efrİdûn çok sevdiği üçüncü oğlu İrec'e tac ve tahtını da verdi. Efridûn öldükten sonra üç oğlu arasında düşmanlık körük­lendi, kendilerinden sonra da bu düşmanlık çocukları arasına sıçradı.

Zamanla aralarında kıskançlık hislerinin artması üzerine Tûcile Şerm, kardeşleri İrec'in ve onun iki oğlunun üzerine yürüyüp onları öldürdüler. Sonra bu iki kardeş ülkeleri kendi aralarında taksim ederek üç yüz yıl saltanat sürdüler.

Efridûn, Nemrûd, Nabat ahalisinden ve başkalarından Sevâd bölgesin­de kalanların peşlerini takip edip onların ileri gelenlerini yok etti ve izle­rini yer yüzünden sildi. Efridûn ise beş yüz yıl saltanat sürdü. [33]


HZ. NÛH (A.S.) İLE İBRAHİM (A.S.) ARASINDAKİ ZAMAN İÇERİSİNDE MEYDANA GELEN HADİSELER



Daha önce Hz. Nuh'un ve oğullarının durumlarını, babalan Nûh (A.s.)' un vefatından sonra oğullarının yer yüzünü aralarında nasıl taksim ettik­lerini ve her birinin yerleştikleri yerleri anlattık. Hz. Nuh'un çocukları arasında taşkınlık yapıp isyan edenler oldu. Bunun üzerine Allah (C.c.) kendilerine peygamber gönderdi; fakat onlar kendilerine gönderilen pey­gamberi yalanladılar, bu sebebten Allah onları helak etti. İşte Allah'ın helak edip yok ettiği bu kimseler Âd ve Semûd adlarındaki kavimlerdir. Bunlar, İrem b. Sânı b. Nuh'un çocuklarından üremişlerdir.

Birinci Âd kavmi olarak bilinen Âd'm nesep şeceresi Âd b. Avd b. İrem b. Sam b. Nuh'tur. Âd kavminin yerleştikleri yerler ise Şıhr, Uman ve Hazaramevt arasındaki Ahlâf'a kadar olan yerlerdir.

Âd kavmi uzun boylu, zorba ve kibirli kişiler olup bir benzeri yer yüzünde yoktu. Allah (C.c.) onlar hakkında : «...Düşünün kî O sizi, Nûh (A.s.)'ım kavminden sonra (onların yerine) hâkimler kıldı ve yaratılışta sizi onlardan üstün (kuvvetli) yaptı.» (A'râf, 69) buyurur.

Allah, Âd kavmine peygamber olarak Hz. I-Iûd (A.s.)'ıı gönderdi. Hûd (A.s.)'un nesep şeceresi ise Hûd b. Abdullah b. Rebâh b. el-Celûd b. Âd b. Avd'dur. Bazıları ise Hz. Hûd'un Gâbir b. Şâhh b. Erfahşed b. Sânı b. Nûh olduğunu iddia ederler.

Âd kavmi putperest kişilerdi ve Dârâ, Daıııûr, Heba adlarında üç tane putları vardı.[34] Hz. Hûd, onları Allah'ın birliğine inanmağa, sadece ona ibadet etmeğe ve insanlara karşı zulmü terketmeğe davet etti; fakat onlar Hz. Hûd'u tekzip edip yalanladılar ve : «Bizden daha kuvvetli kim vardır?» diyerek ona karşılık verdiler. Onların içerisinden Hz. Hûd'a inanan­ların sayısı çok azdı.

Âd kavminin durumunu İtan İshâk şu şekilde anlatıyor : «Âd kavmi, peygamber olarak gönderilen Hz. Hûd'u yalanladıkları için peşpeşe gelen kıtlıklara maruz kaldılar. Nihayet zor duruma düşen Âd kavmi, yağmur duası için Mekke'ye bir hey'et göndermek hususunda ken­di aralarında görüştüler. Bunun üzerine Kayl b. Ayr, Lukaym "b. Hezzâl, Mersed b. Sa'd, Mu'âviye b. Bekr'in dayısı Cülhüme ta. el-Haytaerî ve Lıık-mân b. Âd b. Fulan (Meylan?) b. Âd el-ekber (Büyük Ada)'den teşekkül eden bir heyeti yetmiş kişiyle birlikte Mekke'ye gönderdiler. Bu heyetin içerisinde müslüman olan tek kişi Mersed b. Sa'd idi ve o da nıüslümanliğı-nı gizlemişti. Mekke'ye gelen bu heyet, Mekke'nin hâricinde ve hareni sınırının dışında yerleşen Mu'âviye b. Bekr'in yanma gelip ona konuk ol­dular. Mu'âviye b. Bekr ise konuklarına ikramda bulunup onları hoş karşı­ladı. Aynı zamanda heyet olarak gelen bu kimseler onun dayıları ve sıhrî akrabaları idiler. Zira Lukaym b. Hezzâl, Mu'âviye'nin babası Bekr'in kı­zı ve Mu'âviye'nin kız kardeşi Hüzeyle ile evli bulunuyordu ve bunlardan doğan çocuklar ise dayıları Mu'âviye'nin yanında Mekke'de bulunuyor­lardı. Bu çocuklar, Lukaymoğulları olarak bilinen Ubeyd, Anır, Âmir ve Umeyr adlarındaki kişilerdi. İşte bunlar, birinci Âd kavminin bakıyyesi olan son Âd kavmini meydana getiriyorlardı. Mu'âviye'nin yanma konuk olarak inen bu kişiler, onun yanında bir ay kaldılar. Bu müddet içerisin­de Mu'âviye'nin "Cerâdetân" denilen şarkıcı iki cariyesi onlara şarkılar söyleyip eğlendiriyorlar; onlar da durmadan içki içmek suretiyle günleri­ni geçiriyorlardı. Onların, kalış sürelerini uzatmaları ve geliş gayelerini bırakmaları Mu'âviye'ye ağır geldi ve : «Dayılarım, akrabalarını mahvol­du.» diye kendi kendisine söylendi. Fakat utancından bir türlü heyete mü-safir olmaları hasebiyle yağmur duasına çıkmalarım söyleyemedi. Mu'âvi­ye bu durumu "Cerâdetân" denilen iki cariyesine açtı. Onlar : «Sen bir şiir söyle, biz bu şiiri onlara okuruz, onlar bu şiirin kimin tarafından söylen­diğini bilemezler, belki de bu şiir onları harekete geçirir.» dediler. Bunun üzerine Mu'âviye şu mealdeki mısralarla başlayan bir şiir söyledi :

«"Ey Kayl! Yazıklar olsun sana! Yerinden kalk ela Allah'tan dilekte bulun, zira Allah sabah vakti bulutlar meydana getirerek Âd kavminin top­raklarını sular. Çünkü Âd kavmi söz söylemeyecek bir halde gecelediler..."»

«Cerâdetân denilen bu iki câriye tarafından Mu'âviye'nin söylediği bu şiir okunup onlar tarafından işitilince birbirlerine : «Ey cemâat! Kavmi­niz sizi başlarına gelen kıtlık belâsından kurtulmak için gönderdi, siz ise yağmur duasında bulunmağı geciktirdiniz. Haydi şu Harenı'e giriniz de kavminiz için yağmur duasında bulununuz.» dediler. Bunun üzerine Mersed b. Sa'd : «Allah'a yemin ederim ki, duanızla Allah size yağmur yağdır-mayacaktır. Ancak peygamberinize (Hûd'a) itaat ederseniz sizin için yağ­mur yağdırılacaktır.» dedi ve müsîümanlığını açığa vurdu. Mersed b. Sa'd' m bu sözlerini duyan Mu'âviye'nin dayısı Cülhüme b. el-Hayberî, 3'eğeni Mu'âviye b. Bekr'e : «Mersed'i yanında tut, onu bizim yanımıza bırakma.» dedi. Bundan sonra onlar heyet halinde Âd kavmi için yağmur duasında bulunmak üzere Mekke'ye hareket ettiler. Mekke'ye gelince kendi kavim­leri için Allah'a dua edip yağmur yağdırmasını istediler. Onların dualarını müteakip Allah (C.c.) gökte beyaz, kırmızı ve siyah renkte üç bulut yarat­tı, sonra bulutlardan : «Ey Kayl! Kendin ve kavmin için şu bulutlardan birini seç.» diye bir ses geldi. Kayl ise : «Bu bulutlar arasında suyu en çok olanı siyah bulut olduğu için, ben siyah bulutu seçtim.» dedi. O sırada bir münâdi Kayl'e : «Sen öldürücü bir kül fırtınası seçtin, bu bulut Âd kavminden hiç bir kimseyi sağ bırakmayacak, atalarını da çocuklarını da mahvedip yok edecektir. Ancak doğru .yolda olan Lûziyyeoğulları bu he­lakten kurtulacaktır.» diye seslendi. Lûziyyeoğulları ise Lukaym ta. Hezzâl' m oğullarıydı ve bunlar dayıları Mu'âviye b. Bekr'in yanında Mekke'de kalıyorlardı. Nihayet Allah, içerisinde azap bulunan siyah bulutu Âd kav­mi üzerine gönderdi. Bu bulut Muğiş adındaki vadi tarafından onların üze­rine geldi. Siyah bulutu gören Âd kavmi buna çok sevindiler ve: «Bu bize yağmur getiren bir buluttur.» dediler. Hûd : «Hayır, çarçabuk gelmesini istediğiniz bulut, içerisinde acıklı azabı bulunduran bir rüzgârdır. O, Rab-binin emriyle (emrolunduğu) her şeyi helak edecektir, dedi.» (Ahkâf, 24, 25).

«Bu bulutta nelerin bulunduğunu gören ve onun yok edici bir rüzgâr olduğunu anlayan ilk kişi Âd kavminden Fehded (Mehded?) adında bir kadın idi. Bulutta bulunanları görünce bağırarak kendini kaybedip yere düşmüştü. Ayıldıktan sonra kendisine : «Neler gördün?» diye sordukların­da : «Bulutun içerisinde ateş parçaları gibi parlayan bir şeyler gördüm ve bulutun önünde bulunan bir takım adamlar onu çekip sürüklüyorlardı.» diye cevap verdi. Nihayet azap rüzgârı vadiden çıkıp göründüğü zaman, iç­lerinde Halacân'm da bulunduğu yedi kişi : «Haydi gelin de vadinin kena­rına duralım, azap rüzgârını durduralım.» dediler. Fakat rüzgâr, onları, al­tından girip havaya kaldırıyor, yere vurup boyunlarını koparıyordu. Azap kasırgasından kurtulan tek kişi ise Halacan oldu ve dağa doğru tırmanma­ğa başladığı bir sırada kendi kendisine şu mealdeki mısraları söylüyordu :

"Geride ancak Halacan kurtulup sağ kalmıştır. Gecesi korkutan gün­düzün şiddetinden vay Halacân senin hâline! O günün saldırması ve ayak­larıyla ezmesi devamlı olmuştu. Eğer bu hal kendi başıma gelmemiş olsaj'-dı, mutlaka haberini araştırıp bilmeye çalışırdım."»

«Bu sırada Halacan ile karşılaşan Hz. Hûd (A.s.) ona: «Eğer müslüman olursan kurtulursun.» dedi. Halacan: «Eğer müsüıııan olursam bunun karşı­lığında bana ve var?» diye sordu. Hz. Hûd: «Cennet vardır.» buyurdu. Ha-lacân : «Buht devesi gibi bulut içerisinde bulunanlar nelerdir?» diye sor­du. Hz. Hûd : «Onlar meleklerdir.» cevabım verdi. Halacân : «Eğer ben müslüman olursam Rabb'ııı beni onlardan korur mu?» diye sordu. Hûd (A.s.) : «Sen hiç askerlerinden korkup da onlara sığman bir hükümdar gör­dün mü?» dedi. Bunun üzerine Halacân : «Rabb'ııı dediklerini yapsa dahi ben memnun olmanı.» karşılığını verdi. Bundan hemen sonra azap rüzgârı gelip onu helak ederek arkadaşlarının arasına kattı. Bu hususta Allah (C.c): «Allah onu (kasırgayı) yedi gece, sekiz gün aralıksız onların üzerine musallat kıldı...» (Hakka, 7) buyurur. Hülâsa bu kasırga, Âd kavminden hiç bir kimseyi sağ bırakmadı. Bu esnada Hz. Hûd ve kendisine iman eden­ler bir ağıla çekilmiş, esen fırtınalı rüzgâr onun ve beraberindekilerin sa­dece derilerim okşayıp geçmiştir. Fakat bu kasırga yerle gök arasında bu­lunan Âd kavminden kimin üzerine uğradıysa onların üzerine taşlar yağ­dırarak beyinlerini parçalamıştır.»

«Âd kavminin gönderdiği heyet Mekke'den dönüp Mu'âviye b. Bekr'in yanma gelip tekrar konuk oldukları bir sırada, deve üzerinde bir adam gelerek onlara Âd kavminin lıelâk olduğunu, Hz. Hûd'uıı ise kurtulduğu­nu haber verdi.»

İbn İshâk sözlerine devam ederek şöyle diyor.: «Allah tarafından Luk-man b. Âd'a : "Ebedi yaşamak hususu hâriç olmak üzere kendin için bir dilekte bulun" denildi. O da : 'Ey Rabb'ım! Bana ömür ver' dedi. Bunun üzerine Allah tarafından ona : "Haydi seç!" denildi. O da yedi kartalın öm­rü kadar uzun süren bir ömür seçti. Her kartal seksen yıl yaşıyordu; id­dia edildiğine göre o yedi kartalın ömrü kadar yaşamıştı. Lukrnan, yumur­tadan yeni çıkmış erkek bir kartal yavrusunu yanma alıp besliyor, seksen yıllık ömrü dolup ölünce de bir yenisini alarak beslemeğe devam ediyor­du. Nihayet Lübed ismindeki yedinci kartal ile birlikte Lukman "b. Âd öl­dü.»

«Hz. Hûd (A.s.) yüz elli yaşında iken vefat etmiştir. Kabri ise Hadara-mevt'te, bir rivayete göre ise Mekke'nin Hıcr bölgesinde bulunmaktadır.»

«Âd kavmi helak olunca Allah (C.c.) onların üzerine siyah kuşlar gön­dermiş, bu kuşlar onların cesedlerini denize atmışlardır. Bir ayette bu hu­susla ilgili olarak : "...İşte onlar o hâle geldiler ki, meskenlerinden başka bir şey görünmez oldu." (Ahkâf, 25) buyurulur.»

«Rüzgâr hiç bir zaman ölçüsünü aşmamış, ancak o gün için ölçüsünü aşıp kendisini idare ile memur olan meleklere karşı gelerek onlara galebe çalmıştır. Bu hususu bildiren bir âyette '. "Âd kavmine gelince, onlar da uğultulu, azgın bir fırtına ile helak edildiler." (Hakka, 6) buyurulur.

Hakikaten bu fırtınalı rüzgâr dev ağaçları köklerinden söküp deviri­yor, Âd kavminin evlerini ise başlarına yıkıyordu.»

«Semûd kavmine gelince : Onlar, Semûd b. Câsir b. İrem b. Sâm'm evladından üreyip çoğalmışlardı ve Hicaz ile Şam arasında bulunan Hıcr bölgesinde yaşıyorlardı. Ayrıca Semûd kavmi, Âd kavminden sonra üre­yip çoğalmışlar, küfre sapıp isyan etmişlerdi. Bunun üzerine Allah (C.c.) Hz. Salih (A.s.)'i onlara peygamber olarak göndermişti. Hz. Salih'in nesep şeceresi, Salih b. Ubeyd b. Esif b. Mâşic b. Ubeyd b. Câdir b. Semûd, bir rivayete göre ise Salih b. Esif b. Kemâşic b. İrem b. Semûd idi. Hz. Salih (A.s.) onları Allah'ın birliğine ve sâdece O'na ibadet etmeğe davet etmiş­ti. Bu hususla ilgili olarak bir âyette :«OnIar : "Ey Salih! Sen bundan ön­ce içimizde ümit beslenilen bîr kişiydin" dediler.» (Hûd, 62) buyurulur.»

«Allah (C.c), Semûd kavmini uzun ömürlü kılmıştı; hattâ onlardan birisinin kerpiçten yapmış olduğu ev ömrüne kâfi gelmeden yıkılıyordu. Bunun üzerine onlar, dağlardaki kayaları oyarak geniş evler yaptılar ve bolluk.içerisinde yaşadılar. Hz. Salih, devamlı surette onları hakka davet etti; fakat onlar, Salih (A.s.)'e tâbi olmadılar, ancak zayıf tabakadan az miktarda kişi onun davetini kabul edip kendisine tâbi oldu. Hz. Salih'in İsrarlı bir şekilde onları hakka davet edip korkutması üzerine putlarıyla birlikte çıktıkları bir bayram için: «Ey Salih! Sen de bizimle birlikte bay­ramımıza katıl, bize bir âyet (mucize) göster, sen kendi Allah'ına yalvar, biz de kendi ilahlarımıza yalvaralım. Eğer duanız kabul olunursa biz sana tâbi olalım, şayet bizini duamız kabul olunur ise sen bize tâbi ol.» dediler. Hz. Salih onların bu isteğini kabul etti. Bunun üzerine onlar putlarını yan­larına alarak bayram yerine çıktılar, onlarla beraber Salih (A.s.) de bayram yerine geldi.»

«Onlar, Hz. Salih'in duasının kabul olunmaması için putlarına yalvar­dılar. Bu arada Semûd kavminin başkanı durumunda olan birisi : «Ey Sa­lih! Şu tek basma duran kayadan on yaşında hamile ve geniş karınlı bir dişi deve çıkar. Eğer bunu yaparsan senin peygamberliğini tasdik edece­ğiz.» dedi. Bunun üzerine "Hz. Salih kendisini tasdik edeceklerine dâir on­lardan söz aldıktan sonra kayanın yanına gelip namaz kıldı ve Rabb'ine dua etti. İşte bu sırada kayada, doğum sancısı çeken kadınlarda görüldüğü gibi bir sancı çekme hâli görüldü. Bundan hemen sonra kaya açıldı, içerisinden ise onların istedikleri gibi bir dişi deve çıktı. Bu durumu onlar gözleriyle görüyorlardı. Az sonra bu deve kendi büyüklüğünde bir erkek yavru doğurdu. Bu durum karşısında Sernûd kavminin başkanı durumunda olan Cündu' b. Amr ile birlikte kavminden bir grup kimseler Hz. Salih'e iman ettiler.»

«Kayanın ortasından deve çıktıktan sonra Salih (A.s.) onlara : «İşte bu dişi devedir. Su içme hakkı (bir gün) onun, belli bir günün su içme hak­la da sizindir." (Şu'arâ, 155) dedi. Ayrıca onlara : «Bu deveyi keserseniz mutlaka Allah sizi helak eder.» buyurdu. Neticede su içme hakkı bir gün deveye, belli bir gün için de onlara verildi. Devenin suya geleceği gün su­yu deveye bırakırlar, bu arada kap kaçaklarım deveden sağdıkları sütle doldururlardı. Su içme hakkı kendilerine gelince de deveyi suyun başın­dan uzaklaştırırlardı ve deve o gün su içmezdi. Kendilerine ayrılan günde ertesi günü kullanacakları suları kaplara doldurup bir kenara bırakırlardı.»

«Nihayet çok geçmeden Allah tarafından Hz. Salih'e kavminin pek yakında deveyi keseceklerine dâir bir vahiy geldi. Hz. Salih (S.a.) bunu onlara söylediğinde onlar : «Bizler böyle bir şey yapacak değiliz.» dediler. Bunun üzerine Salih (A.s.) onlara : «Eğer siz bu deveyi kesmeseniz bile, pek yakında içinizden doğacak olan birisi bu deveyi kesecektir.» dedi. On­lar : «Doğacak olan bu çocuğun alâmetini bize bildirin; Allah'a yemin ede­riz ki, mutlaka deveyi kesecek olan kimseyi bulup öldürürüz.» dediler. Hz. Salih bu kimsenin alâmetini bildirirken onun kumral, gök gözlü, kızıl saçlı bir genç olduğunu söyledi.»

İbn îshâk sözlerine devam ediyor ve şunları söylüyor : «Bu kavmin bulunduğu şehirde nüfuz sahibi güçlü iki yaşlı kişi vardı. Bunlardan birisinin bir oğlu bulunuyordu ve dengini bulamadığı için onu evlendirmiyordu. Diğerinin ise bir kız çocuğu vardı, o da kızma denk bir eş bulamadığı için onu evlendirmiyordu. Nihayet bu nüfuzlu yaşlı kişiler, oğlanla kızı birbiriyle evlendirdiler. İşte bu evlilikten Salih (A.s.)'in alâ­metini söylediği çocuk dünyaya geldi.»

«Hz. Salih'in : "İçinizden doğacak birisi bu deveyi kesecektir" deme­si üzerine onlar hemen harekete geçerek şehirden sekiz ebe kadm seçtiler ve yanlarına şehri dolaşmak üzere zabıta memurları kattılar. Onlar, do­ğum yapan bir kadın gördüklerinde onun yanma gelirler ve bu çocuğun alâmeti tarif edilen çocuk olup olmadığını kontrol ederlerdi.»

«Neticede evsafı tarif edilen çocuğa rastlayan ebe kadınlar : "Allah'ın peygamberi Salih (A.s.)'in tarif ettiği çocuk budur." diyerek hağrışmaya başladılar. Bunun üzerine zabıta memurları çocuğu alıp götürmek istedi­ler. Fakat bu çocuğun dedeleri olan ihtiyar nüfuzlu iki kişi araya girip çocuğu zabıta memurlarına vermediler ve onlara : "Eğer Salih bu çocuğu istiyorsa biz onu kendimiz öldürürüz." dediler. Bu çocuk, doğan çocuklarm en kötüsü olup başkalarının bir hafta içerisindeki büyümesini o bir günde tamamlıyordu. Nihayet Semûd kavminden bozgunculuk yapan do­kuz kişi bir araya geldiler. Bu dokuz kişiden bir tanesi de kısa zamanda bü­yüyen bu kötü çocuktu. Daha önce bu sekiz kişi deveyi kesecek olan kişi­nin kendilerinden doğacak olan bir çocuk olduğunu düşünerek ve bundan endişe ederek kendilerinden doğan oğlan çocuklarını öldürmüşlerdi. Sonra bundan pişmanlık duyan bu kimseler o kötü çocukla birlikte Hz. Salih'i ve ailesini öldürmek üzere yemin ettiler ve şöyle dediler :

"Biz toplu halde buradan çıkarız, bizleri gören halk ise bir yolculuğa çıktığımızı sanır. Biz hemen Salih'in yolu üzerindeki mağaraya gelir, ora­da bekleriz. Gece vakti oîup da Salih ibadet etmek için mescidine çıktığı bir sırada onu öldürür, sonra tekrar mağaraya gelir, oradan da evlerimize döneriz. Bundan sonra da 'Onun öldürüldüğünü bilmiyoruz' deriz, böyle­ce onun kavmi bizi tasdik edip sözlerimize inanırlar." Aslında Hz. Salih geceyi kavminin arasında geçirmez, Mescid-i Salih ismiyle kendisine nis-bet edilen mescide gider, orada gecelerdi. Nihayet bu dokuz kişi mağaraya girdiklerinde üzerlerine bir kaya düştü ve hepsini öldürdü. Bu dokuz ki­şinin plânını bilen bir grup kimse mağaraya gelip onların helak olduklarını görünce hemen bağrışarak geri döndüler ve : "Salih önce onlara kendi ço­cuklarını öldürmelerini emretti, şimdi de kendilerini öldürdü." dediler.»

«Bir rivayete göre, bu dokuz kişinin Hz. Salih'i öldürmek için yemin ötmeleri, onların deveyi kesmelerinden ve Hz. Salih (A.s.)'in kendilerini azapla korkutup uyarmasından sonra olmuştu. Dereyi boğazlıyan bu do­kuz kişi kendi aralarında : "Gelin Salih'i öldürelim! Eğer o davasında haklı ve doğru ise bir an önce onu öldürmüş oluruz, şayet davasında yalancı ise yine onu öldürüp devenin arkasından göndermiş oluruz." dediler. Bunun üzerine onlar bir gece Salih (A.s.) ile ailesinin bulunduğu yere geldiler. Fa­kat melekler tarafından atılan taşlarla beyinleri parçalanarak helak oldu­lar. Bu sırada onların yanma gelen adamları onların helak olduklarını gö­rünce Hz. Salih'e: "Bunları sen mi öldürdün?" diyerek üzerine yürüyüp onu öldürmek istediler. Ancak Hz. Salih (A.s.)'in aşiretinden olan kimseler, Hz. Salih'i öldürmesine engel oldular ve onlara : "Salih sizi azapla korkut­muştur. Eğer o, dâvasında doğru ise, hareketinizle Rabb'mızm gazabını ar-tırmaym, şayet o yalancı ise biz onu tutar size teslim ederiz." dediler. Bu­nun üzerine onlar Hz. Salih'i öldürmekten vaz geçerek geri döndüler.»

Birinci rivayete göre, Hz. Salih'i öldürmek için yemin eden dokuz kişi deveyi boğazlıyan kişiler değildir. İkinci rivayet ise daha doğrudur. Allah doğru olanı daha iyi bilir.

Devenin öldürülmesinin sebebi şudur : Bir rivayete göre, Kaddâr b. Sâlif bir grup kişiyle birlikte şarap içiyorlardı, su hakkının deveye ait olduğu bir güne rastladığı için şaraplarına katacak su bulamamışlardı. İşte bu hadise üzerine onlar birbirlerini teşvik ve tahrik ederek deveyi kesmiş­lerdir.

Diğer rivayete göre Semûd kavminin içerisinde biri Katâm, diğeri Ka-bâl (Kubâl?) adında ahlaksız iki kadın vardı. Kaddâr b. Sâlif Katâm adın­daki kadına, Mısda' ismindeki bir erkek de Kabâl adındaki kadına aşıktı. Bunlar çoğu zaman bu kadınlarla gizlice buluşurlardı. Gecelerden bir gece bu kadınlar Kâddar ile Mısda'a : «Deveyi öldürmedikçe bizimle bir araya gelmenize imkan yoktur.» dediler. Bunun üzerine onlar, kadınların iste­ğine "pek iyi" diyerek adamlarını yanlarına alıp deveyi öldürmek üzere harekete geçtiler. Bu sırada deve su havuzunun başında duruyordu. Onla­rın ele basıları, içlerinden birisine : «Git, deveyi boğazla.» dedi. Deveyi bo­ğazlamak üzere giden kişi, bu işi gözüne kestiremeyip geri döndü. Sonra elebaşı olan kişi, bir başkasını gönderdi, fakat o da gözüne kestiremeyip geri döndü. Hulâsa kimi gönderdi ise deveyi öldürmeyi gözüne kestireme­yip geri döndüler. Bu defa elebaşı olan kişi bizzat kendisi devenin yanma gelerek üzerine atıldı ve devenin arka ayaklarmdaki sinirleri kesmesi üze­rine deve yere yuvarlanıp debelenmeğe başladı. Dvenin öldürüldüğü gün çarşambaydı. Kendi dillerine göre deveyi öldüren bu kişinin adı "Cebbar" idi. Onlar, kendilerince haftanın ilk günü kabul ettikleri pazar günü helak olmuşlardı. Deve öldürülünce onlardan birisi Hz. Salih (A.s.)'in yanı gele­rek : «Çabuk yetiş, deveyi öldürdüler.» dedi. Bunun üzerine Hz. Salih he­men devenin bulunduğu tarafa yöneldi, bu sırada onlar Hz. Salih'i karşı­layarak : «Ey Allah'ın peygamberi Salih! Deveyi falan kişi kesti, bizim bun­da suçumuz yok.» diyerek özür dilemeğe başladılar. Bu durum karşısında Hz. Salih (A.s.) onlara : «Gidip bakın, devenin yavrusunun arkasından ye­tişmeğe çalışın, eğer arkasından yetişebilirseniz, Allah azabını üzeriniz­den kaldırabilir.» dedi. Bunun üzerine onlar yavruyu aramağa koyuldular. Bu sırada annesinin izdırap içerisinde kıvrandığını gören yavru, pek yük­sek olmayan "el-Kare" adındaki bir dağa gelerek üzerine çıktı. Onlar ise yavruyu yakalamak için dağın üzerine çıkmak istediler. Fakat Allah tara­fından yapılan bir vahiy ile dağ, kuşların dahi ulaşamayacağı bir tarzda göğe doğru iyice yükseldi. Bundan sonra Hz. Salih kavminin yaşadığı şeh­re indi. Hz. Salih'i gören yavru ise gözlerinden yaşlar boşanarak ağlamağa başladı, sonra yavru Hz. Salih'e dönerek üç defa böğürdü. Bunun üzerine Hz. Salih (A.s.) onlara; «Bu yavrunun her ^böğürmesi bir günlük müddeti bildirir. Siz memleketinizde üç gün daha yaşayın. İşte bu, yalan olmayan bîr vaîd ve tehdittir.» (Hûd, 65) dedi. Ayrıca onlara, başlarına gelecek olan azabın alâmetini bildiriken birinci gün yüzlerinin sararacağını, ikinci gün yüzlerinin kırmız il aşacağını üçüncü gün ise yüzlerinin siyahlaşacağmı söy­ledi. Ertesi gün sabahleyin kalktıklarında küçük, büyük, kadın, erkek hepsinin yüzleri safran sürmüş gibi sararmıştı. İkinci gün kalktıklarında yüz­leri kıpkırmızı kesilmişti. Üçüncü gününün sabahında ise yüzleri ziftlen­miş gibi simsiyah olmuştu. Azabın yaklaştığını gören bu kavim hemen ha-nutlarmı sürünüp kefenlerini giydiler. Onların hanutları mürr-i safi ile sarı sabırdan ibaretti. Kefenleri ise deridendi. Bundan sonra onlar kendi­lerini yere atarak azabın nereden geleceğini bilmediklerinden gözlerini bir yere, bir göğe çevirmeğe başladılar. Dördüncü gün sabah olunca gökten gök gürültüsüne benzer bir sayha (ses) geldi ve bu sayha onların göğüs çukurlarında bulunan kalplerini param parça etti. Allah (C.c.) bu hususla ilgili olarak bir âyette : "O zâlimleri korkunç bir ses (sayha) alıp götürdü de yurtlarında diz üstü çöken (canları çıkan) kimseler oluverdiler." (Hûd, 67) buyurur.

İbn Cureyc'in rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurulur : «Allah (C.c), Semûd kavminden doğu ile batı arasında bulunan herkesi helak etti, an­cak Harem (Ka'be)'de bulunan bir kişi helâktan kurtuldu. Onu bu azaptan Harem'de bulunması kurtarmıştı. Hz. Peygamber'den bu kişinin kim ol­duğu sorulduğunda O, "Ebû RiğâTdir" buyurdular.» Bir görüşe göre, Ebû Riğâl'in Sakîf kabilesinin atası olduğu da söylenir.

Hz. Peygamber (S.a.) Tebûk seferine çıktığı zaman Semûd kavminin yaşadığı şehre geldiğinde eshabma dönerek : «Sizden hiç biriniz bu şehre . girmesin ve buradan su içmesin.» buyurdular. Sonra Hz. Peygamber (S.a.) eshâbma devenin su içmek için iki dağın arasından geldiği yolu ve yavru­sunun dağa çıkıp durduğu yeri gösterdi.

Semûd kavmi helak olduktan sonra Hz. Salih (A.s.) Şam tarafına hare­ket edip Filistin'e geldi. Sonra buradan Mekke'ye gitti ve orada yerleşti. Hz. Salih ölünceye kadar burada ibadetle meşgul oldu, öldüğü zaman ise elli sekiz yaşında bulunuyordu. Hz. Salih kavmini yirmi yıl müddetle hak­ka davet etti.

Tevrat ehli ise Âd, Semûd, Hûd, Salih adlarının Tevratta geçmediğini iddia ediyorlar.

İbn İshâk Tevrat ehlinin bu iddialarına karşı çıkarak : Âd, Semûd, Hûd ve Salih ile ilgili haberlerin Araplar arasında hem câhiliyet ve hem de İslâmiyet döneminde Hz. İbrahim (A.s.) kadar meşhur olup bilindikle­rini söylüyor.

Ben derim ki, Tevrat ehlinin bunları inkâr etmeleri Hz. İbrahim (A.s.)1 in peygamberliğini ve Hz. îsâ (A.s.)'nın durumunu inkâr etmelerinden da­ha hayret verici değildir. [35]


HZ. İBRAHİM (A.S.) VE ONUN ÇAĞINDAKİ ACEM ŞAHLARI



Hz. İbrahim (A.s.)'in nesep şeceresi: İbrahim b. Târahb. Nâhûr b. Sâ-rûğ b. Erğû b. Fâlağ b. Gâbir b. Şâlah b. Kaynân b. Erfahşed b. Sâm b. Nûh' tur. Onun bulunduğu yer ile doğduğu yer konusunda ihtilâf edilmiştir. Bir rivayette onun Ehvâz topraklarında bulunan Sûs'ta, diğer bir rivayette Bâ-bil'de, bir başka rivayette Kûsâ'da doğduğu söylenir. Bir rivayette de onun Harran'da doğduğu, fakat babası tarafından Bâbil'e götürüldüğü ifade edi­lir. İlim erbabının hemen hepsi Hz. İbrahim'in Nemrûd b. Kevş zamanında dünyaya geldiğini söylüyorlar. Yine haber ehlinin hepsi de Nemrûd'un, bazılarının iddiasına göre Hz. Nûh (A.s.)'un kendisine peygamber olarak gönderilen İzdihak (Zohak)'m valisi olduğunu ifade ediyorlar. Selef alim­lerinden bir grup ise Nemrûd'un kendi başına müstakil bir hükümdar ol­duğunu söylüyorlar.

İbn İshâk ise şunları söylüyor : «Yer yüzünün doğusu ve batısı hep Nemrûd'un idare ve mülkünde bulunuyordu. Kendisi ise Bâbil'de kalıyor­du. Söylendiğine göre yer yüzünün saltanatı ancak üç hükümdarda top­lanmıştır. Bunlar, Nemrûd, Zülkarneyn, Süleyman b. Dâvud (A.s.)'dur.»

İbn İshâk'm dışında birisi de bunlara Buht Nassar'ı ilâve etmiştir. Fa­kat biz bu görüşün doğru olmadığını yakında zikredeceğiz.

Hz. Nûh ile Hz. İbrahim'in arasında ancak Hz. Hûd ile Hz. Salih pey­gamber olarak gönderilmişlerdi. Allah (C.c.) Hz. İbrahim (A.s.)'i halka hüc­cet, kullarına elçi olarak göndermek isteyip de onun dünyaya gelme zama­nı yaklaşınca müneccimler Nemrûd'un huzuruna gelerek: «Biz senin şu beldende, şu yılın şu ayında İbrahim adında bir çocuğun doğacağını bili­yoruz. O, sizin dininizi terk edecek ve putlarınızı kıracak.» dediler. Niha­yet müneccimlerin haber verdikleri yıl gelip çatınca, Nemrûd bütün ha­mile kadınları yanında hapsetti. Ancak Hz. İbrahim'in annesinin gebeliği belli olmadığından onun hamileliğinin farkına varamadı, bu yüzden onu hapsetmedi. Hattâ Nemrûd o yıl içinde doğan bütün erkek çocukları bo­ğazlayıp öldürmüştü. Hz. İbrahim'in annesi doğum sancısını hissedince, geceleyin evinden çıkarak kendisine yakın olan bir mağaraya geldi ve ço­cuğu İbrahim'i burada doğurdu. Yeni doğan çocuk için yapılması lâzım gelen şeyleri yaptıktan sonra mağaranın ağzını kapatıp hemen evine geri döndü. Bundan sonra annesi, oğlu İbrahim'in ne hâlde bulunduğunu gör­mek için onu sıksık yokluyordu. Hz. İbrahim, başkalarının bir ay içerisin­de gösterdiği gelişmeyi, bir günde gösteriyordu. Annesi mağaraya geldiği vakit, Allah onun rızkını baş parmağının içerisinde kıldığı için onu baş parmağını emer bir vaziyette sağ buluyordu.

Hz. İbrahim'in babası Âzer, bir gün hanımına gebeliğinin durumunu sormuştu. O da : «Bir oğlan çocuğu doğurdum, fakat öldü.» demiş kocası Âzer de onun bu sözünü tasdik edip inanmıştı.

Rivayet edildiğine göre, Âzer, İbrahim'in doğduğunu biliyordu, fakat hükümdar Nemrûd'un bu hadiseyi unutmasına kadar İbrahim'in doğduğu­nu saklamıştı. Hattâ bir gün Âzer : «Benim bir oğlum var, fakat ben onu sakladım. Eğer ben onu meydana çıkarırsam hükümdar tarafından ona bir zarar gelmesinden endişe duyar mısınız? diye sordu. Âzer'iıı arkadaşları ise : «Hayır, onun hakkında bir endişemiz yok.» diye cevap verdiler. Bu­nun üzerine Âzer oğlu İbrahim'i mağaradan çıkardı. İbrahim mağaradan çıkınca hayvanlarla diğer yaratıkları gözden geçirip süzdü. O, bundan Ön­ce anne ve babasından başka hiç bir şey görmemişti. Bu yüzden babasına gördüklerini soruyordu, babası da ona : «Şu deve, şu sığırdır...» gibi cevap­lar veriyordu. Bu arada İbrahim : «Bu yaratıkların bir Rabb'ı olması la­zımdır.» dedi. İbrahim'in mağaradan çıkışı güneşin batışından sonraya rast­ladığı İçin başım kaldırıp göğe baktı ve Müşteri (Jüpiter) yıldızını gördü. İbrahim : «İşte bu benim Rabb'imdir.» dedi. Yıldız çok geçmeden kaybo­lunca da : «Ben batmak suretiyle kaybolan Rabb'ı sevmem.» dedi. İbrahim' in mağaradan çıkışı ayın sonuna rastladığı için ayı görmezden önce yıldızı (Müşteri'yi) görmüştü.

Rivayet edildiğine göre, Hz. İBrâhinı on beş aylık iken düşünmeğe baş­lamıştı. Bir ara İbrahim mağarada iken annesine : «Beni mağaradan dışarı çıkar da bir bakayım.» demişti. Bunun üzerine annesi onu mağaradan dı­şarı çıkardı, fakat çıkış zamanı akşam vaktine rastladığı için o yıldızı (Müşteri'yi) gördü ve göklerle yerin yaratılışını düşündü; yıldız hakkında ise yukarıda bahsi geçen sözleri söyledi. Bundan sonra : «İbrahim ayı do­ğar halde görünce : "Rabb'im işte budur." dedi. Fakat o da batiîs kaybo­lunca : "Eğer Rabb'im beni hidayete ulaştırmazsa mutlaka sapanlardan olurum." dedi.» (En'âm, 77). Nihayet gün aydınlanıp güneş doğunca, İb­rahim güneşi o âna kadar gördüklerinden daha büyük ve nurlu buldu. Bu­nun üzerine o : «İşte Rabb'im budur, bu hepsinden büyüktür, dedi. O da kaybolup batınca : "Ey kavmim! Ben sizin (Allah'a) eş tutageldiğinîz şey­den katiyyen uzağım." dedi.» (En'âm, 78). Bundan sonra Hz. İbrahim kav­minin dininden uzaklaşmış ve Rabb'mı tanıyıp öğrenmiş olarak babasının yanma döndü, fakat onlara bunu duyurmadı. Ayrıca annesi, İbrahim'e ken­disini nasıl saklayıp gizlediğini haber verdi ve İbrahim buna çok sevindi.

Âzer, kavminin tapmakta oldukları putları yapar ve bunları satması için İbrahim'e verirdi. O da bunları satarken : «Faydaları olmayan, zarar­ları dokunmayan bu putları satın alan var mı?» diye seslenirdi; fakat hiç bir kimse gelip de ondan bu putları satın almazdı. Hatta İbrahim putlar satılmayınca onları alır, bir ırmağın kenarına götürür, putların başlarını suya sokar, kavminin putlara tapmasını alaya almak maksadıyla putlara hitaben : «Haydi su için!» derdi. Nihayet İbrahim'in bu hareketleri kav­minin arasında yayılmağa başladı, fakat İbrahim'in yaptıkları Nemrûd'uıı kulağına kadar varmamıştı.

Artık Hz. İbrahim, kavmini içerisinde bulunduğu sapıklığı terke ve on­ları Allah'a kulluğa davet etme zamanının geldiğini düşünerek önce ba­bası Âzer'i tevhide, yani Allah'ın birliğine inanmağa davet etti, fakat ba­bası onun davetini kabul etmedi. Bundan sonra İbrahim kavmini tevhide davet etti. Bunun üzerine onlar : «Ey İbrahim! Sen kime kulluk edip tapı­yorsun» dîye sordular. İbrahim ; «Alemlerin Rabb'ine» diye cevap verdi Bu defa onlar : «Alemlerin Rabb'i dediğin Nemrûd mudur?» diye sordular. Hiz. İbrahim : «Hayır! Ben ancak beni yaratana kulluk ediyorum.» ceva­bını verdi. İşte bu durum karşısında Hz. İbrahim'in asıl gayesi ortaya çık­tı ve tapmış oldukları putların acizliklerini göstererek onları susturmak istediği Nemrûd'a ulaştırıldı. Bu sırada Hz. İbrahim onların putlarına yap­mak istediği şeyi gerçekleştirmek için fırsat kolluyordu. Bu arada yıldız­lara baktıktan sonra : «Ben hastayım.» dedi. Yani duyulduğu zaman ken­disinden uzaklaşmalarını sağlamak için veba hastalığına yakalandığını söylemek istiyordu. İbrahim (A.s.)'in maksadı ise onları kendisinden uzak­laştırıp, bayramlarına topluca çıktıktan sonra putlarını kolaylıkla- kırabil­mekti. Onlar, bayram yerlerine çıktıkları zaman İbrahim bu sözünü (has­talığını) söylemişti ve onlarla birlikte bayrama çıkmamıştı. İşte bu sırada tek başına putların yanma gelen İbrahim : «Allah'a yemin ederim ki, siz arkanızı dönüp gittikten sonra, ben putlarınıza elbette bir tuzak kuraca­ğını.» (Enbiyâ, 57) dedi. Hz. İbrahim'in bu sözünü arkada kalanlarıyla za­yıfları duymuşlardı. Bundan sonra İbrahim putların yanma geri döndü, putlar ise büyük bir puthanenin içerisinde bulunuyorlardı ve yanyana di­zilmişlerdi; hatta puthanenin kapısına kadar bu putlar büyükten küçüğe doğru sıralanmışlardı. Bu arada onlar bayram yerine çıkmazdan önce ilah­ları olan putlarının önlerine yemekler hazırlayıp bırakmışlardı ve : «Bay­ram yerinden döndüğümüz vakit ilahlarımız bu yemekleri takdis etmiş olurlar, biz de takdis edilmiş bu yemekleri yeriz.» demişlerdi. İbrahim, put­lara ve önlerindeki yemeklere bakarak onlara : «Ne duruyorsunuz, ye­meyecek misiniz?» (Sâffât, 91) dedi. İbrahim, cevap alamayınca : «Ne olu­yor size de konuşmuyorsunuz?» (Sâffât, 92) diye seslendi. Bundan sonra o : «Gizlice sağ eliyle bir vurup onları kırdı.» (Sâffât, 93). Hattâ İbrahim (A.s.) eline almış olduğu bir baltayla bütün putları kırdı ve sağlam bıraktığı en büyük putun eline baltayı bırakıp oradan ayrıldı.

Nihayet bayram yerinden dönen ahali, putların basma gelen bu hâli görünce korktular ve bunu büyük bir hadise sayarak : «Bunu bizim ilahla­rımıza yapan kimse zalimlerdendir.» (Enbiyâ, 59) dediler. Bu arada onlar : «İbrahim adında bir gencin ilahlarımızı diline doladığını duyduk.» (Enbi­yâ, 60), ondan başkasından böyle bir şey duymadık; her halde bunu ilâh­larımıza o yapmıştır, dediler. Putların kırıldığı haberi Nemrûd'a ve ahali­nin ileri gelenlerine duyurulduğu zaman onlar : «O halde onu halkın gö­zünün önüne getirin ki, bizim onu ne gibi cezalara çarptıracağımızı halk görmüş olur.» (Enbiyâ, 61) dediler. Bazı müfessirler, âyette geçen «Halk görmüş olur» cümlesini, Nemrûd'uıı ve ileri gelen kişilerin İbrahim'i delil­siz ve şahitsiz bir şekilde yakalanıp getirilmesini hoş görmediklerinden «halkın onun aleyhine şâhidlik yapmaları umulur» tarzında tefsir etmiş­lerdir.

Hz. İbrahim yakalanarak getirilip, halk hükümdarları Nemrûd'ım ya­nında İbrahim için toplanınca onları : «Ey İbrahim! İlâhlarımıza sen mi bu işi yaptın.» (Enbiyâ, 62) dediler.

Hz. İbrahim : «Belki bu işi onların şu büyüğü yapmıştır. O hâlde ko­nuşuyorlarsa bunu onlara sorun.» (Enbiyâ, 63) dedi. Hattâ İbrahim (A.s.) onlara büyük putun hepsinden daha büyük olmasına rağmen kendisiyle birlikte kendilerine tapılan küçük putlara kızarak onları kırdığım söyledi. Bunun üzerine onîar, putları kırma konuşanda İbrahim'e isnad ettikleri suç iddiasından vaz geçerek kendilerine döndüler ve : «İbrahim'i buraya getirmekle zulmettik, biz de onun söyledikleri gibi düşünüyoruz.» dediler. Sonra onlar, putların zarar ve faydalarının olmadığını, kırmak gibi bir kud­rete sahip bulunmadıklarını öğrendikten sonra Hz. İbrahim'e : «And olsun ki, bunların söz söylemediklerini sen de bilirsin.» (Enbiyâ, 65), "o hâlde ilâhlarımıza bunu yapanın kim olduğunu bize haber ver ki sana inanalım" dediler. Hz. İbrahim'in onların aleyhine hüccet getirmesi sadedinde Al­lah (C.c.) : «Sonra yine onlar (eski) kafalarına döndürüldüler.» (Enbiyâ, 65) buyurur. Onların : «Bunların söz söylemediklerini sende bilirsin.» (Enbiyâ, 65) demeleri üzerine Hz. İbrahim ; «Öyle ise Allah'ı bırakıp da size hiç bir şeyle ne fayda ve ne de zarar veremeyecek olan putlara mı tapıyorsunuz? Size ve Allah'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz putlarınıza yazıklar olsun! Hâlâ aklınızı başınıza dermeyecek misiniz?» (Enbiyâ, 66. 67) dedi. Bundan sonra Nemrûd İbrahim'e : «Taptığın ve başkalarına da tap­mağa davet ettiğin ilâh nasıl bir şeydir?» diye sordu. Hz. İbrahim : «Be­nini Rabb'im öldürür ve diriltir..» (Bakara, 258) cevabım verdi. Bunun üze­rine Nemrûd : «Ben de öldürür, diriltirim.» dedi. Hz. İbrahim : «Bu nasıl olur?» dedi. Nemrûd : «Ölüme mahkûm olmuş iki kişiyi yanıma çağırırını. Bunlardan birisini öldürürüm, böylece onu öldürmüş olurum. Diğerini ise affederim, onu da diriltmiş (sağ bırakmış) olurum.» dedi. Bunun üzerine Hz. İbrahim : «Allah, güneşi doğduğu yerden getiriyor. Haydi sen de onu batıdan getir.» (Bakara, 258) dedi. Hz. İbrahim'in bu sözü karşısında Nem­rûd tutulup kaldı ve ona hiçbir şekilde cevap veremedi. İşte bundan sonra Nemrûd ve adamları Hz. İbrahim'in Öldürülmesine karar verdiler ve ara­larında : "Onu yakın! (Bu suretle) ilâhlarınıza yardım edin.." (Enbiyâ, 68) diye konuştular.

Abdullah b. Ömer (R.a.), Hz. İbrahim'in ateşe atılarak yakılmasını ilk tavsiye eden kişinin Parslardan göçebe, bedevi birisinin olduğunu söylü­yor. Kendisine : «Farslann da bedevileri var mıdır?» diye sorulduğunda : «Evet, onların da bedevileri vardır; bunlar Kürtler dır.» diye cevap ver­miştir.

Rivayet edildiğine göre, bu kürdün adı Heyzen idi, bu kişiyi yer yuttu ve kıyamete kadar da yerin tabanına doğru inmeğe devam edecektir.

Nemrûd'uıı emri üzerine her çeşit ağaçtan odunlar toplanmağa başlan­dı; hattâ İbrahim (A.s.)'in memleketinden bir kadın, dileklerine ermek ve dininde sevap kazanmak maksadıyla Hz. İbrahim'in yakılması için hazırla­nan ateşe odun toplamak için adak yapmıştı. Hz. İbrahim'i ateşe atmak is­tedikleri zaman onu ateşin yanma getirdiler, toplanan odunları öyle tutuş­turdular ki, üzerinden uçan kuş ateşin sıcaklığından ve şiddetinden yana­rak yere düşüyordu. Nihayet onlar Hz. İbrahim'i ateşe atmak üzere toplan­dıklarında, insanlar ve cinler hariç, yer, gök ve bunların üzerinde bulunan bütün yaratıklar hep bir ağızdan feryad ederek : «Ey Rabb'imiz! Yer yü­zünde İbrahim'den başka sana kulluk eden kimse yok, o da uğrunda ateşe atılıp yakılacak, bize izin ver de İbrahim'in yardımına koşalım.» diye Al­lah'a yalvardılar. Bunun üzerine Allah (C.c.) «Eğer o sizden yardım isterse, dileyen ona yardım etsin; eğer benden başkasını yardımına çağırmaz ise, ben onun yardımcısıyım.» buyurdu. Nihayet Hz. İbrahim'i ateşe atmak üzere binanın tepesine çıkardıklarında, o başını göğe kaldırıp : «Ey Allah' im! Sen yerde de gökte de teksin. Allah bana kâfi ve O ne güzel Vekü'dir.» diyerek dua etti. Hz. İbrahim ateşe atılmazdan önce bağlı bir vaziyette iken Cebrail (A.s.) kendisine göründü ve : «Ey İbrahim! Bir ihtiyacın var mı?» diye sordu. Hz. İbrahim ise : «Sana ihtiyacım yoktur.» diye cevap verdi. Bundan sonra onlar, Hz. İbrahim'i ateşe fırlattılar, bu esnada Allah (C.c.) ateşe : «Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve selâmet ol.» (Enbiyâ, 69) bu­yurdu. Bir rivayete göre, ateşe bu şekilde seslenenin Cebrail (A.s.) oldu­ğu söylenir. Eğer soğukluk ve serinliği selâmet takib etmemiş olsaydı. İb­rahim (A.s.) bu defa ateşte meydana gelen serinlikten ölmüş olacaktı. Hat­tâ ilâhî hitap karşısında o gün yer yüzünde bulunan bütün ateşler hitabın kendilerine olduğunu sanarak sönmüşlerdi. Ayrıca Allah (C.c.) Hz. İbra­him'in suretinde gölge meleğini gönderdi ve bu melek gelerek ateşin içeri­sinde bulunan İbrahim ile ünsiyet etmek için onun yanma oturdu.

Bundan sonra Nemrûd, ateşin İbrahim'i yakıp kül ettiği kanaati hâ­sıl oluncaya kadar günlerce bekledi. Hattâ Nemrûd bir ara ateşe baktığın­da odunların yanmakta olduğunu, İbrahim'in ise kendisi gibi birisiyle ate­şin içerisinde oturmakta olduğunu gördü. Bunun üzerine, Nemrûd kavmi­ne : «Ben İbrahim'i sağ vaziyette, diri gibi gördüm, onun durumu bana karışık geliyor. Hemen benim için ateşi yukarıdan görebileceğim yüksek bir bina yapm.» dedi. Nemrûd'un adamları hemen onun için bir bina yap­tılar ve o binanın üzerine çıkıp bakınca İbrahim'i kendisine benzer birisiy­le ateşin içerisinde oturur bir vaziyette gördü, hatta Nemrûd İbrahim'e seslenerek : «Ey İbrahim! Allah'ın o kadar büyükmüş ki, izzet ve kudreti seninle şu gördüğüm durum arasına girdi, yani sana zarar verdirmedi. Aca­ba ateşten çıkmağa gücün yeter mi?» diye sordu. İbrahim : «Evet, ateşten çıkmağa gücüm yeter.» diye cevap verdi. Nemrûd : «Ateşin içerisinde kal­dığın takdirde onun sana zarar vermesinden korkar mısın?» diye sorunca, İbrahim : «Hayır, korkmam.» diye karşılık verdi. Hz. İbrahim ayağa kalk­tı ve yürüyerek ateşin içinden dışarı çıktı. İbrahim (A.s.) ateşten dışarı çı­kınca Nemrûd ona : «Ey İbrahim! Yanında gördüğüm sana benzeyen adam kimdi?» diye sordu. İbrahim (A.s.) : «Benimle ünsiyet etmek için Rabb'imin bana gönderdiği gölge meleğidir.» diye cevap verdi. Bunun üzerine Nem­rûd : «İzzet ve kudretini, yalnız O'na kullukta İsrar ettiğin için sana yap­tıklarını gördüğümden senin Allah'ına kurban takdim etmek istiyorum.» dedi. İbrahim (A.s.) ise : «Sen kendi "dinine bağlı kaldıkça Allah senin tak­dim edeceğin kurbanı kabul etmez.» dedi. Nemrûd : «Ey İbrahim! Salta­nat ve mülkümü bırakmağa gücüm yetmiyor.» dedi ve dört bin sığır kur­ban ederek İbrahim'i kendi hâline bıraktı, Allah da İbrahim'i Nemrûd' dan korudu.

Allah (C.c.)'m Hz. İbrahim'e yaptıklarını görünce kavminden bir grup kinişe Nemrûd ve cemaatinden korkmalarına rağmen İbrahim'in dâvetine icabet ederek iman ettiler. Hz. İbrahim'in kardeşinin oğlu olan Lût b. Hâ-rân da iman edenler arasındaydı. İbrahim (A.s.) ile Hârân'm üçüncü kar­deşleri ise Târah (Âzer)'m oğlu Nâhûr idi. Nâhûr da Betvîl'in babasıydı. Betvîl ise Lâbân ile Hz. İbrahim'in oğlu İshâk'm hanımı ve Hz. Yakûb'un annesi oları Rabekâ'nm babalarıydı. Lâbân da Hz. Yakûb'un hanımları olan Râlıîl ile Liyâ'nm babalarıydı.

Ayrıca Hz. İbrahim'e amcasının kızı Sâre de îman etmişti. Sâre ise Hz. İbrahim'in amcası olan büyük Hârân'm kızıydı. Bir rivayete göre, Sâre Harran hükümdarının kızıydı ve İbrahim (A.s.) ile birlikte Allah'a îman et­mişti. [36]


Hz. İbrahim (A.s.) ile Ona İman Edenlerin Hicreti



Bundan sonra Hz. İbrahim ile ona tâbi olanlar kendi kavimlerinden ayrılmağa karar vererek bulundukları yeri terkedip Mısır'a geldiler. Mı­sır'da ise ilk firavunlardan Sinan b. Ulvân b. Ubeyd b. Avlec b. İmlâk b. Lâved b. Sânı b. Nûh firavunluk makamında bulunuyordu. Bir rivayete göre Sinan D alili âk'in kardeşi olup onu Mısır'a vali tayin etmişti.

Sâre çok güzel bir kadındı ve hiçbir vakit İbrahim (A.s.)'e karşı gel­mezdi. Firavuna Sâre'ııin güzelliği tavsif edilince Hz. İbrahim'e birisini gönderip onları huzuruna getirtti. Firavun İbrahim (A.s.)'e : «Yanındaki kadın kimdir?» diye sordu. Hz. İbrahim : «(Din kardeşi olduğunu kasdede-rek) Kız kardeşimdir.» diye cevap verdi. Hz. İbrahim bu kadın esimdir de­diği takdirde Firavunun kendisini öldürmesinden korkmuştu. Bundan son­ra Firavun İbrahim (A.s.)'e : «Bu kadını süsle ve bana gönder.» dedi. Bu­nun üzerine Hz. İbrahim Sâre'ye süslenmesini emretti ve süslendikten sonra onu Firavuna gönderdi. Sâre Firavunun huzuruna girdiğinde, o elini Sâre'ye doğru uzattı. Bu sırada Hz. İbrahim namaza durmuştu. Firavun Sâ­re'ye elini uzattığı zaman şiddetli bir şekilde tutulup kalmıştı. Bunun üze­rine Firavun Sâre'ye : «Allah'a dua et, sana zararım dokunmaz.» dedi. Sâ­re Firavun için Allah'a dua etti, o da bu durumdan kurtuldu. Fakat Fira­vun tekrar Sâre'ye elini uzattı; yine o şiddetli bir şekilde tutulup kaldı. Sâ­re'ye : «Benim için Allah'a dua et, sana zararını dokunmaz.» dedi. Sâre onun için Allah'a dua etti; yine o bu durumdan kurtuldu. Firavun bu İşi. üçüncü defa tekrarladı, yine şiddetle tutulup kaldı ve Sâre'nin duasiyla tekrar kurtuldu. Bunun üzerine Firavun kendisine en yakın olan hacible-rinden birisini yanma çağırıp ona : «Sen bana insan değil, bir şeytan getir­mişsin. Onu derhal buradan uzaklaştır ve ona Hâcer'İ ver.» dedi. Hâcib de Firavunun emrini yerine getirdi. Bundan sonra Sâre Hâcer ile birlikte. İb­rahim (A.s.)'in yanma hareket etti. Sâre'nin döndüğünü hisseden Hz. İb­rahim namazı keserek Sâre'ye : «Nasılsın, ne durumdasın?» diye sordu. Sâ­re de : «Allah (C.c.) kâfirin hilesine kâfi geldi ve Hâcer'i de bana hizmetçi olarak verdi.» diye cevap verdi. Ebû Hüreyre (R.a.) bu hâdiseyi anlattığı zaman : «Ey gök suyunun oğulları! İşte bu kadın (Hâcer) sizin annenizdir.» derdi.

Ebû Hüreyre'nin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (S.a.) şöyle buyurmuştur : «Hz. İbrahim hayatında ancak üç defa- yalan söylemiştir. Bu yalanların ikisi Allah, birisi de Sâre hakkındadır. Allah hakkında olan­ların birisi : 'Ben hastayım' demesi, diğeri ise : 'Bu işi şu büyük put yap­mıştır.' demesidir. Sâre hakkındaki ise : 'O benim kız kardeşimdir.' de-mesidir.» [37]


HZ. İSMAİL (A.S.)'İN DOĞMASI VE MEKKE'YE GÖTÜRÜLMESİ



Rivayet edildiğine göre, Hâcer endamlı bir cariye idi. Sâre onu Hz. İbrahim'e bağışlamıştı. Hatta Sâre İbrahim (A.s.)'e : «Bu cariyeyi al, belki Allah ondan sana bir çocuk nasip eder.» demişti. Sâre'nin ise hayız-dan kesilip yaşlamncaya kadar hiç çocuğu olmamıştı. Nihayet Hz. İbrahim' in Hucer'den İsmail adındaki oğlu dünyaya geldi. Bundan dolayı Hz. Pey­gamber (S.a.) : «Mısır'ı fethettiğiniz zaman halkına hayır tavsiye edin (iyi davranın). Zira onların sîzinle ahidleri ve akrabalık bağları vardır.» bu­yurmuştur. Hz. Peygamber (S.a.) ahid ve akrabalık bağından Hâcer'in Hz. İsmail'i doğurmasını kasdetmiştir.

Hz. İbrahim Sâre ile birlikte Firavun'un korkusundan Mısır'ı terk edip Şam'a (Surij^e'ye) hareket ettiği zaman Filistin topraklarında bulunan es-Seb'e indi, kardeşinin oğlu Lût b. Hârân da Mü'tefike'ye indi. Seb'den Mü' tefike'ye bir gün bir gecede gidilirdi. Allah (C.c.) Hz. İbrahim'e bu sırada peygamberlik vermişti ve o Seb' denilen yerde bir kuyu kazmış, bir de Mescid yapmıştı. Kuyunun suyu temiz bir kaynak suyu idi. Nihayet Seb' halkı Hz. İbrahim'e eziyet edince o buradan ayrıldı ve ayrılışını müteakip kuyunun suyu çekildi. Seb' halkı Hz. İbrahim'in peşinden gittiler ve ondan geri dönmesini istediler; fakat Hz. İbrahim geri dönmedi ve onlara yedi tane keçi vererek : «Bunları kuyunun başına götürdüğünüz vakit stı tek­rar ortaya çıkacak ve eskisi gibi temiz bir su kaynağı olacaktır. Bu sudan içiniz, fakat ay başı hâlindeki bir kadm buradan avucuyla su almasın.» dedi. Onlar keçileri alıp yola çıktılar, keçilerle birlikte kuyunun başına gelip durduklarında su tekrar göründü, böylece kuyunun suyundan hem keçiler hem de kendileri içtiler. Nihayet ay başı âdeti gören bir kadın ge­lip bu kuyudan avucuyla su alıncaya kadar bu sudan içmeye devam ettiler. Ancak bundan sonra kuyunun suyu eksilerek bu günkü hâlini aldı. Hz. İb­rahim ise Remle ile İlyâ (Beytü'l-makdis) arasında bulunan "Katt" veya "Kıtt" denilen beldede yerleşti.

Hz. İsmail dünyaya geldiği zaman Sâre çok üzülmüştü. Onun bu üzün­tüsüne bir teselli olsun diye yetmiş yaşında bulunmasına rağmen Allah tarafından kendisine Hz. İshâk bağışlandı. Hz. İbrahim ise bu sırada yüz yir­mi yaşında bulunuyordu. İsmail ile İshâk büyüdükleri zaman birbirlerine hasım kesilip düşman olmuşlardı. Bu yüzden Sâre Hâcer'e kızıp onu evin­den kovmuştu. Sonra Hâcer'i tekrar evine almış, fakat onu kıskandığından yine evinden sürüp çıkarmıştı. Hatta Sâre Hâcer'in vücudundan birparça keseceğine yemin etmişti. Neticede onu çirkinleştirmemek için kulağını ve burnunu kesmekten vaz geçip onun sünnet yerini kesmişti. Kadınların sün­net olma âdeti buradan kalmıştır.

Bir rivayette ifade edildiğine göre, İsmail çocuk yaştaydı, dolayısıyla Sâre'nin Hâceri evinden uzaklaştırması İsmail ile İsîıâk'ııı yüzünden de­ğil, Sâre'nin onu kıskanmasından ileri gelmişti. Doğru olan görüş de bu­dur.

Bundan sonra Sâre Hâcer'e : «Benimle aynı beldede kalmayacaksın.» dedi. Bunun üzerine Allah (C.c.) Hz. İbrahim'e "Mekke'ye gitmesini vahyet-ti; o zaman Mekke'de hiç bir bitki mevcut değildi. Hz. İbrahim, Hâ­cer ile oğlu İsmail'i Mekke'ye götürüp onları Mekke'de Zemzem'in bulun­duğu yere bırakıp geri döndü. Hâcer Hz. İbrahim'in arkasından : «Ey İb­rahim! Ekini, suyu, yiyeceği ve ülfet edip yalnızlığın] gidereceği bir kimse­si bulunmayan böyle bir yere bizi bırakıp gitmeyi sana kim emretti?» diye seslendi. Hz. İbrahim : «Rabb'ım emretti.» dedi. O zaman Hâcer : «O. bizi zayi etmez, muhakkak bizi korur.» dedi. Hz. İbrahim geri dönerken : «Ey Rabb'imiz! Ben zürriyetimden kimisini (Hâcer ile İsmail'i) senin mukad­des olan evinin yanında ekinsizbir vadiye yerleştirdim. Ey Rabb'imiz! On­lar namazı dosdoğru kılsınlar diye böyle yaptım. Artık sen insanların bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Şükretmeleri için de onları bazı meyvelerle rizıklandır.» (İbrahim, 37) di}'e yalvardı.

İsmail susaymca ayaklarıyla tepinmeğe, annesi Hâcer de bir şeyler görebilirim ümidiyle Safa tepesine çıkıp sağa sola bakmağa başladı, fakat Hâcer hiçbir şey göremedi. Sonra-vadiye inerek Merve tarafına koştu, Merve'nin tepesine çıkınca yine bir şeyler görebilirim gayesiyle sağa sola baktı, fakat bu defa da bîr şey göıemedi. Hâcer bu koşma hareketini yedi defa yaptı. İşte hacc esnasında yapılan sa'yin aslı buradan gelmektedir. Bundan sonra Hâcer İsmail'in yanma'geldi; bu sırada İsmail ayaklarıyla tepmiyordu ve "Zemzem" denilen pınar ise yerden kaynayıp toprak üze­rine çıkmağa başlamıştı. Hâcer ise suyun toprak üzerine çıkmasını sağla­mak için elleriyle toprağı karıştırarak eşeliyor ve etrafını çeviriyordu. Hat­tâ toplanan suları (ihtiyat tedbiri olarak) tulumuna dolduruyordu. Hz. Pey­gamber (S.a.) Hâcer'in bu hareketi hususunda : «Allah, Hâcer'e merhamet etsin! Eğer o, suyu kendi hâline bırakmış olsaydı, bu su etrafına taşıp akan bir pınar olacaktı.» buyurmuştur.

Cürhüm kabilesi Mekke'ye yakın bir vadide yerleşmişti. Suyu gören kuşlar ise vadinin etrafını sarmışlardı. Kuşların vadiyi terketmediğini gö­ren Cürhüm kabilesinin insanları kendi aralarında : «Bu kuşlar vadiyi bı­rakmadıklarına göre, burada mutlaka su vardır» diyerek harekete geçip Hacer'in yanma geldiler ve ona : «Su senin olsun, eğer istersen biz senin­le birlikte burada kalırız, dolayısıyla yalnızlığını gidermiş oluruz.» dedi­ler. Hâcer onların bu teklifini kabul etti. Bundan sonra onlar İsmail bü­yüyüp annesi Hâcer ölünceye kadar hep birlikte burada kaldılar. Daha sonra Hz. İsmail Cürhüm kabilesinden bir hanımla evlendi. Hz. İsmail ve çocukları Arapçayı Cürhüm kabilesinden öğrendiler. Bu yüzden Hz. İsma­il'in soyundan gelenlere, Araplaşmış Arap mânasında "el-Arabu'1-müte-arribe» denildi.

Hz. İbrahim (A.s.) Hacer'in yanma gitmek için Sâre'den izin istedi. Ancak Sâre, Hacer'in evine inmemek şartıyla onun gitmesine izin ver­di. Ne yazık ki İbrahim (A.s.) Mekke'ye geldiğinde Hâcer vefat etmişti. Bunun üzerine Hz. İbrahim, oğlu İsmail'in evine gitti ve oğlunun hanımı­na : «Kocanız nerede?» diye sordu. O da : «Şu anda evde yok, ava gitti.» diye cevap verdi. Hz. İsmail Harern'de avlanmak yasak olduğundan bu böl­genin dışına çıkar, avlandıktan sonra tekrar Harem mahallinde bulunan evine dönerdi. Hz. İbrahim oğlu İsmail'in hanımına : «Müsafir kabul eder misin?» diye sordu. O : «Hayır! Kabul edemem, hem şu anda yanımda hiç kimse yok» diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. İbrahim ona : «Kocanız geldiği zaman benden ona selâm söyleyin, kapısının eşiğini değiştirsin.» dedi.

Bundan sonra Hz. İbrahim hanımı Sâre'nin yanma döndü. Hz. İsmail evine geldiği zaman babasının kokusunu hissetti ve hanımına : «Eve biri­si geldi mi?» diye sordu. O, gelen kişiyi hafife alarak : «Evet, şu ve şu va­sıfta yaşlı birisi geldi.» diye cevap verdi. İsmail : «Pek iyi ne söyledi?» di­ye sordu. Hanımı : «Benden kocanıza selam söyleyin, kapısının eşiğini de­ğiştirsin, deyip gitti.» diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. İsmail bu hanı­mını boşadı, tekrar başka bir hanımla yeniden evlendi.

Hz. İbrahim aradan uzun bir müddet geçtikten sonra oğlu İsmail'i zi­yaret etmek için tekrar hanımı Sâre'den izin istedi. Sâre de oğlunun evine inmemek üzere ona izin verdi. Bunun üzerine Hz. İbrahim Mekke'ye geldi ve hemen oğlu İsmail'in evine giderek hanımına : «Kocanız nerede,» diye sordu. İsmail'in yeni hanımı ise : «Ava gitti, Allah izin verirse hemen şim­di gelir, Allah size merhamet etsin! Buyurun konuğumuz olun.» dedi. Hz. İbrahim : «Müsafir kabul eder misin?» diye sordu. O da «Evet, kabul ede­rim.» dedi. Hz. İbrahim : «Yanınızda ekmek veya buğday veya burma ve yahut arpa bulunur mu?» diye sordu. İsmail'in hanımı ise ona, süt ve et ikram etti. Hz. İbrahim de et ve sütün bereketli olması için dua buyurdu. Eğer İsmail'in hanımı o gün Hz. İbrahim'e ekmek veya buğday veya arpa veyahut da hurma takdim edip ikramda bulunsaydı, yer yüzünün büyük bir kısmı bunlarla dolup taşacaktı.

Bundan sonra İsmail'in hanımı Hz. İbrahim'e : «Buyurun, evimize inin, başınızı yıkayayım.» dedi. Fakat İbrahim Sâre'ye verdiği söz üzerine onun evine inmedi. Hz. İbrahim Makam (bu günkü Makâm-ı İbrâhim)'a geldiği sırada İsmail'in hanımı elinde bir su kabıyla onun yanma geldi ve kabı Makâm'm yanında bulunan Hz. İbrahim'in sağ tarafına koydu. İbra­him (A.s.) Makam (taş)'m üzerine ayağıyla basınca Makâm'ın üzerinde aya­ğının izi kaldı. İsmail'in hanımı Hz. İbrahim'in başının sağ yarısını yıka­dı, sonra Makâm'm sol tarafına geçip başının sol yarısını yıkadı. Bunun üze­rine Hz. İbrahim ona : «Kocanız geldiği vakit benden ona selâm söyleyin, artık kapısının eşiğinin düzelmiş olduğunu kendisine iletin.» dedi.

Hz. İsmail eve döndüğü vakit babasının kokusunu hissetti, hanımına : «Evimize birisi mi geldi?» diye sordu. Hanımı : «Evet, insanların en güzel yüzlü ve en hoş kokulusu olan bir ihtiyar geldi; o, bana şunu, şunu söyledi, ben de ona şunu ve şunu söyledim. Ayrıca onun başını yıkadım, işte şu aya­ğının izidir. O, sana selamını iletmemi istedi ve kapınızın eşiğinin düzel­diğini söyledi.» dedi. İsmail (A.s.) : «Gelen zat babam Hz. İbrahim'dir.» dedi.

Rivayet edildiğine göre, İsmail'in tepindiği yerden suyu fışkırtıp çı­karan Cebrail (A.s.)'dir; çünkü su aramak için Hâcer vâdîde koşarken Ceb­rail (A.s.) onun yanma gelmişti; hatta Hâcer onun gelişini sezdiği için : «Gelişini bana hissettirip duyurdun, ben ve çocuğum mahvolduk. Bize yardım et!» demişti. Bunun üzerine Hz. Cebrail Hâcer ile birlikte Zem-zem'in bulunduğu yere geldi, ayağını yere vurmasıyla suyun pınar hâlin­de kaynayıp fışkırması bir oldu. Hacer'in acele ederek kırbasına su dol­durmağa başlaması üzerine Hz. Cebrail: «Korkma! Bundan sonra susuz­luk çekmeyeceksin.» dedi. [38]


MEKKE'DEKİ BEYTÜ'L-HARÂM (KA'BE)'IN İNŞASI



Rivayet olunduğuna göre, bundan sonra Alalı (C.c.) Hz. İbrahim'e Ka' be'yi inşa etmesini emretti. Fakat Hz. İbrahim Ka'be'nin inşa edieceği yer hususunda sıkıntıya düştü. Bunun üzerine Allah (C.c.) rehberlik etmesi için ona "Sekine" denilen, kıvrıla kıvrila hareket eden ve yumuşak esen iki başlı bir rüzgâr gönderdi. Hz. İbrahim Sekine ile birlikte hareket et­ti ve Sekine bu günkü Ka'be'nin bulunduğu yere gelince kalkan (veya yı­lan) gibi kıvrılıp, durdu. Bunun üzerine Hz. İbrahim'e, Sekîne'nin gelip durduğu yere Ka'be'yi inşa etmesi emredildi. O da bu emre uyarak Ka'be' yi buraya inşa etti.

Diğer rivayette ise Allah Hz. İbrahim'e insan başı gibi başı olan ve buluta benzeyen bir varlık gönderdi ve o Hz. İbrahim'e hitaben ; «Ey İb­rahim! Ka'be'yi benim büyüklüğüm veya gölgemin çevrelediği kadar yap, fazla veya eksik yapma.» dedi. Hz. İbrahim de onun talimatına uygun bir vaziyette Ka'be'yi yaptı. Bu iki görüş Hz. Ali (R.a.)'den nakledilmiştir. Süddî ise Hz. İbrahim'e Ka'be'nin yerini gösterenin Hz. Cebrail olduğunu söylemektedir.

Hz. İbrahim Mekke'ye hareket etti ve buraya geldiğinde oğlu İsmail'i buldu. İsmail ise Zemzem kuyusunun arkasında oklarını düzeltmekle meş­gul idi. Hz. İbrahim oğlu İsmail'e hitaben : «Ey İsmail! Allah (C.c.) bana kendisi için bir ev (mâbed) yapmamı emretti.» dedi. Hz. İsmail de babası­na : «Rabb'ine itaat et.» dedi. Hz. İbrahim oğlu İsmail'e : Rabb'im senin bana yardım etmeni emretti.» dedi. İsmail : «O hâlde bu emri derhal yeri­ne getiririm.» karşılığını verdi. Bunun üzerine Hz. İsmail kalkıp işbaşına geldi. Hz. İbrahim Ka'be'nin temelini yükseltirken oğlu İsmail de kendisine taş veriyordu. Bu arada Hz. İbrahim oğlu İsmail'e : «Bana öyle güzel bir taş bulup getir, ben onu insanlara bir işaret olsun diye Rükn'ün üzerine koyacağım.» dedi. Bu esnada Ebû Kubeys dağı Hz. İbrahim'e : «Bende bir emâniz (Haceru'l-esved) var, gelin alın.» diye seslendi. Bir rivayete göre Haceru'l-esved'i İbrahim (A.s.)'e haber veren Hz. Cebrail idi. Neticede Hz. İbrahim Haceru'l-esved'i alıp yerine koydu.

Hz. İbrahim ile oğlu İsmail Ka'be'nin inşasını sürdürürken : «Ey Rabb'imiz! Bizden kabul buyur, sen işiten ve bilesin.» (Bakara, 127) diye Allah'a yalvarıyorlardı.

Ka'be'nin yapısı yükselince, yaşı ilerlemiş olan Hz. İbrahim taşları kaldıramaz olmuştu. Bu sebepten bugün Makâm-ı İbrahim denilen taşın üzerine basarak taşları alıp inşaata devam ediyordu. Nihayet Hz. İbrahim Ka'be'yi tamamlayıp bitirince Allah (C.c.) ona insanları hacca çağırmasını emretti. Bunun üzerine Hz. İbrahim : «Ey Rabb'im! Ben sesimi onlara du-yuramam.» dedi. Allah (C.c.) ona : «Sen onları hacca çağır, sesini onlara duyurmak bize aittir.» buyurdu. Bu durum karşısında Hz. İbrahim : «Ey insanlar! Allah (C.c.) size Beytü'l-atîk'a (Ka'be'ye) gidip hacc yapmanızı farz kıldı» diye seslendi. Hz. İbrahim'in hu sesini yer ile gök arasında bu­lunan her şey, hatta babaların sulbünde, analarının rahminde bulunan her­kes duydu. Neticede İman edip de kıyamete kadar Allah'ın ilminde hacc yapmaları tesbit edilen kimseler bu sese icabet ettiler ve : «Ey Rabb'imiz! Samimiyet ve imanla bu davetini kabul ediyoruz.» dediler.

Bundan sonra Hz. İbrahim oğlu İsmail ve diğer müslümanlar ile bir­likte Terviye (Zilhicce'nin yirmi sekizinci günü) Mina'ya gelip konakladı ve onlara öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kıldırdı. Geceyi Mina'da geçiren Hz. İbrahim onlara sabah namazını kıldıktan sonra Arafat'a hare­ket etti ve onlarla birlikte bir müddet burada kaldı. Güneş batı tarafına meyledince (yani zeval vaktinden sonra) öğle ve ikindi namazlarını birleş­tirerek kıldıktan sonra onlarla beraber bugün imamın durmuş olduğu Ara­fat'taki vakfe yerine geldi, ve "Erâk" denilen yerin üzerinde durdu. Gü­neş batınca Hz. İbrahim ve beraberindeki hacılar oradan kalkarak Müz-delife'ye geldiler. Hz. İbrahim burada onlara akşam ve yatsı namazlarını birleştirerek kıldırdı. Sonra Hz. İbrahim ve beraberindekiler geceyi bura­da geçirdiler. Tan yeri ağardıktan sonra onlarla birlikte sabah namazını kıldı ve ortalık aydın!anmcaya kadar "Kuzah" denilen yerde bekledi. Bun­dan sonra Hz. İbrahim beraberindeki rnüslümanlarla birlikte oradan ayrıl­dı ve onlara şeytanın nasıl taşlanacağına kadar olan hacc ile ilgili husus­ları bir bir gösterip öğretti, hatta onlara kurban kesilen yeri de gösterdi. Bu işlerden sonra bizzat kendisi kurban kesip tıraş oldu ve tavafın nasıl yapılacağına da onlara gösterdi. Bundan sonra şeytanın nasıl taşlandığını göstermek için Mina'ya döndü. İşte böylece hacc işlerini bitirip tamamla­mış oldu.

Hz. Peygamber (S.a.)'den rivayet edilen bir hadiste; Haccm nasıl ya­pılacağını Hz. İbrahim'e kılavuzluk edip bildirenin Hz. Cebrail olduğu haber verilmektedir. Ayrıca bu hadisi İbn Ömer (R.a.) de Hz. Peygamber (S.a.)'den rivayet etmiştir.

Hz. İbrahim (A.s.) tarafından inşa edilen Ka'be, ilerde de bahsedece­ğimiz üzere Hz. Peygamber (S.a.)'in doğumundan otuz beş sene sonra Ku-reyş tarafından yıkılmasına kadar devam etmiştir. [39]


KURBAN ETME KISSASI



Selef dönemindeki müslüman alimler, kurban edilecek kişinin kim ol­duğu konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bu alimlerden bir kısmı kurban edile­cek olan kişinin Hz. İsmail olduğunu, diğer bir kısmı da bunun Hz. İshâk olduğunu ileri sürmüşlerdir. Hz. Peygamber (S.a.)'den bu her iki görüşle ilgili iki hadîs rivayet edilmiştir. Eğer bu iki görüş hakkında (tercih ede­bileceğimiz) sahih bir delil bulunsaydı, biz bu sahih olanı bırakıp da baş­ka bir delile baş vurmazdık.

Kurban edilecek olan kişinin Hz. İshâk olduğunu bildiren hadisi, Ah-nef, Abbâs b. Abdu'l-Muttalib vasıtasıyla Rasûlüllah (S.a.)'tan rivayet et­miş ve Rasûlülîah, içerisinde : «Biz, (oğluna bedel olarak) ona büyük bir kurban verdik.» (Sâffât, 107) ayetini zikrettiği bu hadiste "oğul" sözünü İshâk olarak açıklamıştır. Ayrıca bu hadis Abbâs b. Abdu'l-Muttalib'den mevkuf olarak da rivayet edilmiştir.

Kurban edilecek kişinin Hz. İsmail olduğunu bildiren hadise gelince, Sunâbihî rivayet ediyor ve şöyle diyor : «Biz, Muâviye b. Ebû Süfyan'm yanında bulunuyorduk. Söz kurban edilecek kişiden açılınca Muâviye : "Meselenin içyüzünü bilen birisine rastladınız." dedikten sonra şöyle söy­ledi : "Biz, Rasûlüllah'm yanında bulunuyorduk. Birisi gelerek : 'Ey iki kurbanlığın oğlu! Allah'ın sana ganimet olarak ihsan ettiklerinden bana da ver.' dedi. Rasûlüllah ise onun bu sözüne güldü." Muâviye'ye iki kur­banlıktan ne kasdedildiği sorulduğunda o şunları söyledi : "Abdu'l-Mut­talib Zemzem kuyusunun kazısını başarı ile tamamladığı takdirde oğulla­rından birisini kurban etmeyi adamıştı. Kur'a ise Hz. Peygamber (S.a.)'in babası Abdullah'a çıkmıştı. Fakat Abdu'l-Muttalib yüz deve fidye ederek Abdullah'ı kurban etmekten kurtarmıştı. - Biz bu konuyu Allah izin verir­se ilerde zikredeceğiz -. İkinci kurbanlık ise Hz. İsmail'dir."» [40]


Kurban Edilecek Kişinin Hz. İshâk Olduğunu İleri Sürenler



Ömer b. el-Hattâb, Ali b. Ebû Tâlib, Abbâs b. Abdu'l-Muttalib, ken­disinden İkrime'nin rivayette bulunduğu Abdullah b. Abbâs, Abdullah b.Mes'ûd, Ka'b, İbn Sâbıt, İbn Ebu'l-Hüzeyl ve Mesrûk kurban edilecek kişinin Hz. İshâk olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Amr b. Ebû Süfyan b. Ebû Esîd b. Ebû Câriye es-Sakafî'nin anlattığı­na göre, Ka'b bir gün Ebû Hüreyre'ye : «Haydi, anlat» dedi. Bunun üze­rine Ka'b şunları anlattı :

«Hz. İbrahim, İshâk'ı kurban olarak kesmeği kararlaştırdığı zaman Şeytan : "Allah'a yemin ederim ki, eğer İbrahim'in ailesini şimdi baştan çıkaramazsam, bundan sonra hiç bir zaman onun ailesinden birini ebedî su­rette baştan çıkaramam." dedi. Bunun Üzerine şeytan onların tanıdıkların­dan birisinin suretine girerek Hz. İbrahim'in İshâk'ı kurban etmek üzere götürdüğü bir sırada Hz. İbrahim'in hanımı Sâre'nin yanma geldi ve ona : "Sabahın erken saatinde İbrahim İshâk'ı nereye götürüyor?" diye sordu. Sâre : "Bazı işlerini görmek üzere çıktıklarını" söyledi. Şeytan : "Hayır, Allah'a yemin ederim ki, İbrahim İshâk'ı kurban etmek üzere götürdü." dedi. Sâre : "Hayır, İbrahim oğlunu kesmez." dedi. Şeytan : "Evet, Allah'a yemin ederim ki, o oğlunu kesmek için götürüyor; çünkü o, bunu Allah'ın emrettiğini iddia ediyor." cevabını verdi. Bunun üzerine Sâre : "Hz. İb­rahim'in bu hareketi Rabb'ine itaat etmek bakımından çok güzeldir." dedi.»

«Nihayet şeytan Sâre'den ümidini kesince hemen oradan uzaklaşarak babası ile gitmekte olan İshâk'ın arkasından yetişti ve ona : "İbrahim seni kurban olarak kesmek istiyor." dedi. İshâk : "Babanı beni kesmez" dedi. Şeytan : "Evet, Allah'a yemin ederim ki, o seni kurban edip kesecek; çün­kü bunu Rabb'inin emrettiğini iddia ediyor.' 'dedi. îshâk : "Allah'a ye­min ederim ki, eğer bunu ona Rabb'i emretmiş ise mutlaka o Rabb'ine ita­at eder." karşılığını verdi.»

«Bunun üzerine Şeytan Hz. İshâk'ı bırakarak babası İbrahim (A.s.)'e geldi ve ona : "Böyle erkenden oğlunu nereye götürüyorsun?" dedi. Hz. İbrahim : "Bazı ihtiyaçlarımızı görmek için götürüyorum." dedi. Şeytan : "Hayır, Allah'a yemin ederim ki, sen onu kurban olarak kesmek istiyor­sun." dedi, Hz. İbrahim : "Niçin kurban edip keseyim?" diye sordu. Şey­tan : "Çünkü sen, bunu Allah'ın emrettiğini iddia ediyorsun" diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. İbrahim : "Allah'a yemin ederim ki, eğer bunu bana Rabb'im emretmiş ise, mutlaka O'nun emrini yerine getiririm." kar­şılığını verdi.»

«Nihayet Hz. İbrahim oğlu İshâk'ı kesmek için teşebbüse geçince, Al­lah (C.c.) onu oğlunu kurban etmekten affetti ve İshâk'm karşılığı olarak ona büyük bir kurban gönderdi. Bu arada Allah (C.c.) Hz. İshâk'a vahy-ederek : "Ben sana bir dua hakkı tanıyorum ve hu duanı mutlaka kabul edeceğim." buyurdu. Bunun üzerine Hz. İshâk : "Ey Allah'ım! Gelmiş ve geçmiş kullarından herhangi birisi sana şirk (ortak) koşmadan vefat ede­rek sana kavuşursa onu cennetine koy!" diye dua etti.»

Ubeyd b. Umery anlatıyor :

«Hz. Musa (A.s.) : "Ey Rabb'im! İnsanlar : 'Ey İbrahim'in, İshâk'm, Yâkub'un Rabb'i!' diye hitap ederler; acaba onlar bu şerefe nasıl nail ol­dular?" diye sordu. Allah (C.c.) ona : "İbrahim, bana hiçbir şeyi denk tut­madı, mutlaka beni tercih etti. İshâk ise benim uğrumda kurban olma cö­mertliğini gösterdi; halbuki kurban olmanın dışındaki şeyler ile de bana cömertlik gösterebilirdi. Yâkub'a gelince, ben ona belâ ve cefayı artırdık­ça, o da bana karşı olan hüsn-i zannını artırdı." diye cevap verdi.»

Kurban Edilecek Kişinin Hz. İsmail Olduğunu İleri Sürenler

Sa'îd b. Cübeyr, Yûsuf b. Mihrân, eş-Şa'bî, Mücâhid ve Atâ' b. Ebû Rebâh'm müştereken İbn Abbâs'tan rivayet ettiklerine göre o şöyle demiş­tir ; «Kurban edilecek olan kişi Hz. İsmail'dir. Yahudiler ise bunun İshâk olduğunu iddia ediyorlar, dolayısıyla yalan söylüyorlar.»

Ebu't-Tufeyl ile eş-Şa'bî; kurban edilen koçun boynuzlarını Ka'be'de gördüklerini söylüyorlar.

Muhamnıed b. Ka'b ise şöyle diyor :

«Allah'ın Hz. İbrahim'e oğullarından kurban etmesini emrettiği kişi Hz. İsmail'dir; çünkü biz, Aiah'ın kitabı Kur'ân'da Hz. İbrahim'in kıssa­sında ve oğlunu kurban etmek için verilen emirde kurban edilecek kişinin Hz. İsmail olduğunu buluyoruz. Bunun isbatı ise şöyledir : "Allah (C.c.) Hz. İbrahim'in iki oğlundan kurban edilecek olanın kıssasını tamamladık­tan sonra : 'Ona (İbrahim'e) sâlihlerden bir peygamber olmak üezere İshâk'ı müjdeledik." (Sâffât, 112) buyuruyor. Ayrıca Allah (C.c.) : 'Biz ona (Sâre' ye) İshâk'ı, onun ardından da (torunu) Yâkub'u müjdeledik.' (Hûd, 71) bu­yuruyor ve Yâkub'tan sonra oğulları ve torunlarıyla bu müjde devam edi­yor. O halde bu durum karşısında Hz. İbrahim'e oğlu İshâk'ı kurban et­mek için Allah'ın emir vermesi mümkün değildir. Aynı zamanda Allah (C.c.)'ın Hz. İbrahim'e İshâk ile ilgili olan va'di (neslinin devamı) kurban edilecek olan kişinin Hz. İshâk değil, Hz. İsmail olduğunu gösterir.»

Muhamnıed b. Ka'b bu görüşünü halîfe Ömer b. Abdulazîz'e anlattığı zaman o : «Ben bu meseleyi bu güne kadar düşünmemiştim, görüşüne ka­tılıyorum.» demiştir. [41]


Hz. İbrahim'e Oğlunu Kurban Etmekle Emderümesinin Sebebi ve Kurban Ediş Şekli



Rivayet edildiğine göre, Allah Hz. İbrahim'e oğlunu kurban etmesi­ni emretti. Anlatıldığına göre, bunun sebebi şu idi :

Hz. İbrahim kendisine Allah'tan erkek ve sâlih bir evlad bağışlama­sını istedi ve : «Ey Rabb'im! Bana sâlihlerden olacak bir evlât ver.» (Sâf­fât, 100) diye duada bulundu. Bunun üzerine melekler kendisine halîm tabiatlı bir oğlan çocuğunun verildiğini müjdelediklerinde o : «O halde bu çocuk Allah rızası için kurban olsun» dedi. Nihayet çocuk büyüyüp babası îbrâhim (A.s.) ile koşup gezecek hâle gelince ona : «Vaat edip adamış ol­duğun adağını (kurbanını) yerine getir.» diye vahyedildi.

İşte buraya kadar anlatılanlar, kurban edilecek kişinin Hz. İshâk ol­duğunu ileri sürenlerin görüşüne dayanmaktadır. Bu görüşü kabul eden­lere göre bu hadise, İlyâ'ya iki mil uzaklıkta olan Şam topraklarında mey­dana gelmiştir. Kurban edilecek olan kişinin Hz. İsmail olduğunu iddia edenlere göre ise bu hadise Mekke'de vuku bulmuştur.

Muhammed b. İshâk anlatıyor :

«Hz. İbrahim oğlunu kurban etmekle emrolunduğu zaman oğluna : "Ey oğulcağızım! Yanma büyük bıçakla ipi al, ailemiz için odun toplamak üze­re şu dağdaki vadiye gidelim." dedi. Hz. İbrahim ile oğlu dağa gitmek üze­re yola çıktıklarında İblis Hz. İbrahim'i geri çevirmek için onun yolunu kesti. Bunun üzerine Hz. İbrahim ona ; "Ey Allah'ın düşmanı! Benden uzak dur; Allah'a yemin ederim ki, mutlaka O'nuri emrini yerine getirece­ğim.» dedi. Bu defa îblîs Hz. İsmail'in yolunu keserek ona, babasının ken­disini keseceğini söyledi. Bunun üzerine Hz. İsmail: "Ben Rabb'imin em­rini dinler, O'na itaat ederim." dedi. Hz. İsmail'den de ümidini kesen îb­lîs son olarak Hâcer'e gidip durumu ona bildirdi. Hâcer : "Eğer İbrahim'in Rabb'i ona oğlunu kurban etmesini emretmiş ise, Allah'ın emrine teslim olmak gerekir." karşılığını verdi. Bunun üzerine İblis oradan öfkeli bir vaziyette ayrıldı ve onları hiç bir şekilde saptıramadı.»

«Hz. İbrahim oğlu İsmail ile birlikte Sebîr vadisinde tek başlarına kal­dıkları bir sırada Hz. İbrahim oğluna : "Yavrucuğum! Rüyamda seni bo­ğazladığımı görüyorum; bir düşün; ne dersin?" dedi. O da : "Babacığım! Einrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulursun." dedi.

(Sâffât, 102). Sonra o, babası İbrahim'e : "Ey babacığım! Eğer beni boğaz­layıp kurban edecek isen, el ve ayaklarımı sıkıca bağla ki, kanımdan sana bir şey sıçramasın; aksi takdirde sevabım eksilir; çünkü Ölüm tahhamülü ağır ve şiddetli bir hadisedir. Aynı zamanda bıçağını iyice bile ki, keserken beni rahat ettiresin. Yine beni boğazlamak için yatırdığında yüzüko­yun yatır; zira ben, senin yüzüme bakıp da merhamete kapılarak Rabb'inin emrini yerine getirmemenden korkar ve endişe duyarım. Eğer gömleğimi annem Hâcer'e götürmeyi münasip görürsen, bunu yap. Zira bu, annem için daha teselli edici olabilir." dedi. Bunun üzerine Hz. İbrahim : "Ey oğul­cağızım! Allah'ın emrini yerine getirmem hususunda sen ne güzel yardım­cısın" dedi.»

«Nihayet Hz. İbrahim oğlunun isteğine uyarak onun ellerini ve ayak­larını sıkıca bağladıktan sonra bıçağını biledi ve : "Onu alnı üzerine yatır­dı." (Sâffât, 103). Bundan sonra bıçağı eline alıp oğlunun boğazına bas­tırdı; fakat Allah (C.c.) bıçağın ağzını tersine çevirdi. Hz. İbrahim boğaz­lama işini bitirmek için tekrar bıçağı oğlunun boğazına bastırdı. Bu esna­da kendisine : "Ey İbrahim! Rüyayı doğruladm." (Sâffât, 104, 105) buyu-ruldu ve : "İşte şu, oğlunun yerine gönderilen kurbanlıktır; onu boğazla."~ denildi.»

Rivayet edildiğine göre, Allah (C.c.) boğazlanma esnasında Hz. İsmail' in boğazına bir bakır levha yerleştirmişti.

İbn Abbâs, Hz. İbrahim'e gönderilen koçun kırk güz (yıl) cennette ot-ladığmı söylüyor.

Bir rivayette ise, Hz. İbrahim'e gönderilen kurbanlık koçun daha ön­ce Hâbil tarafından kurban edilen koç olduğu ifade ediliyor.

Hz. Ali (R.a.) de bu koçun boynuzlu, iri gözlü ve beyaz tüylü oldu­ğunu söylüyor.

el-Hasen ise : «Hz. İsmail'in yerine bedel olarak gönderilen kurban Ervâ'dan getirilmiş bir teke olup Hz. İbrahim'e Sebîr'den indirilmiştir. Hz. İbrahim bunu, bir rivayette "Makam" denilen yerde, diğer bir rivayette ise Mina'da kurban kesilen yerde boğazlamıştır." diyor. [42]


Allah (C.c.) Tarafından Hz. İbrahim'in İmtihan Edilmesi



Hz. İbrahim Allah tarafından Nemrûd'la ve kendisini Allah'a yaklaş­tırmağa faydası dokunacağı yaşa geldikten sonra oğlunu kurban etmek su­retiyle imtihan edilmesinden sonra tekrar Allah (C.c.) onu imtihan ettiği­ni haber verdiği bir takım kelimelerle imtihana tâbi tuttu ve : «Rabb'i İb­rahim'i bir takım kelimelerle imtihan etti, İbrahim de bu kelimeleri ta­mamen yerine getirdi...» (Bakara, 124) buyurdu.

Bu ümmetin ilk dönemde gelen alimleri, bu "kelimeler" konusunda ihtilâfa düşüp farklı görüşler ileri sürdüler.

İkrime'ııin rivayet ettiğine göre İbn Abbâs, «Rabb'i' İbrahim'i bîr ta­kım kelimelerle imtihan etti..» ayetini açıklarken şöyle diyor : «Bu din ile imtihan edilen İbrahim'den başka hiçbir kimse bu dini ayakta tutamadı. Bu hususta Allah onun hakkında : "İbrahim, aldığı emirleri tastamam ye­rine getirdi." (Necnı, 37) buyurur.»

Bu kelimeler (emirler) otuz tanedir. Bunların ilk onu Tevbe (Berâet), ikinci onu Ahzâb, üçüncü onu ise Mü'minûn surelerinde geçmektedir.

Tevbe suresinde geçen on kelime hakkında-Allah (C.c.) şöyle buyuru­run «Tevbe edenler, ibâdet edenler, hamd edenler, seyahat edenler (oruç tutanlar veya cihad edenler), rükû edenler, secde edenler, iyiliği emreden­ler, kötülüğü nehyedenler, Alah'm sınırlarım koruyanlar. Sen o mümin­lere (cenneti) müjdele." (Tevbe, 112).

Ahzâb suresinde geçen ikinci on kelime hakkında Allah şöyle buyu­rur : "Şüphesiz ki (Allah'a) râm olup boyun eğen erkeklerle (Allah'a) ram olup boyun eğen kadınlar, iman eden erkeklerle iman eden kadınlar, lâat ve ibadete devam eden erkeklerle tâat ve ibadete devam eden kadınlar, sâ­dık erkeklerle sâdık kadınlar, sabreden erkeklerle sabreden kadınlar, nıüte-vâzi olan erkeklerle mütevâzi olan kadınlar, sadaka veren erkeklerle sada­ka veren kadınlar, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar, avret yerlerini (haramdan) koruyan erkeklerle avret yerlerini (haramdan) koruyan ka­dınlar, Allah'ı çok zikreden erkeklerle Allah'ı çok zikreden kadınlar, (işte) bunlar için Allah mağfiret ve büyük mükâfat hazırlamıştır." (Ahzâb, 35).

Müminûn suresinde geçen üçüncü on kelime hakkında ise Allah şöyle buyurur : "Namazlarında huşu gösteren, boş (faydasız) şeylerden yüz çe­viren, zekâtlarını veren, ırz (namus) îanm koruyan, - ancak karılarına ve cariyelerine yaklaşmaları kınanmayarak bundan istisna edilmiştir. O halde kim bunların ötesine aşmak isterse, şüphe yok ki onlar haddi aşan­lardır - emânetlerine ve ahidlerine riâyet eden ve namazlarına devam eden müminler muhakkak felah bulmuşlardır." (Müninûn, 1-9).

Diğer alimler ise bu kelimelerin on hasletten ibaret olduğunu söylü­yorlar. Tâvûs ve diğerlerinin İbn Abbâs'tan rivayetine göre o şöyle diyor : "Kelimeler on hasletten ibarettir. Bunların beşi başta, diğer beşi de göv­dede bulunur. Başta bulunanlar, bıyıkları kısaltmak, ağza su alıp çalka­lamak, buruna su çekmek, misvak kullanmak ve saçları ayırarak taramak­tır. Gövdede bulunanlar ise tırnakları kesmek, kasık kıllarım tıraş etmek, koltuk altı kıllarını yolmak, sünnet olmak ve büyük abdest bozduktan son­ra def-i hacet mahallini yıkamaktır.

Ebû Salih ile Mücâhid'in de içerisinde bulunduğu diğer alimler, bu kelimelerin, hacc nıenâsiki ile Allah'ın : "...Ben seni insanlara imam yapa­cağım..." (Bakara, 124) buyruğundan ibaret olduğunu söylüyorlar.

Diğer bir grup alim ise bu kelimelerin yıldızlar, güneş, ay, ateş, hic­ret ve sünnet olmak gibi altı nesneden ibaret olduğunu söylemişlerdir.

el--Hasen bu hususta şunları söylüyor : "Allah, îbrâhim (A.s.)'i yıl­dız, güneş ve ayla imtihan edince, o, Rabb'İnin ebedî ve dâim olduğunu öğrendi de yeri ve gökleri yaratan Allah'a yöneldi, sonra vatanını terk-edip hicret etti, oğlunu kurban etmek istedi ve kendisini kendi eliyle sün­net etti."

Bu hususta başka rivayet ve görüşler de vardır; fakat bunun gibi muhtasar târih kitaplarında bunlara yer vermeğe ihtiyaç yoktur. Biz, bu kadarını ise kitabın fasılları arasında bir boşluk kalmasın diye zikr­edip alıyoruz. [43]


DİPNOTLAR

[1] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/XIII-XV.


[2] Burada geçen Doğu ve Batı kavramlarını bugünkü mânada değîi, müellifin yaşadığı çağdaki mânada anlamak gerekir. (Mütercim).


[3] Musul hâkimi olan, Melikü'r-rahîm lakabıyla bilinen Bedrüdclin Lü'lü' b. Abdullah el -Atabekî'dir. Kendisi 657/1259'de vefat etmiştir. Zirikli, el-A'lâm, VI, IH. (Naşirin notu).


[4] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/1-8.


[5] Tercüme ettiğimiz bu eserin başta gelen temel kaynaklarından birisi Ebû Ca'fer Mu-hammed b. Cerîr et-Taberî (ölm. 310/922-923)'nin Târihu'I-ümem ve'1-Mülûk adlı ese-ridir.Müelliî İbn e!-Esîr, el-Kâmî! fi't-târîh ismindeki bu eserini kaleme alırken, hılket-ten 302 (914-915) yılına kadar olan kısmını hemen umumiyetle Tabârî'nin adı geçen eserinden kısaltarak almıştır. Bu sebeble «Câhiliye Devri Arapları Arasında Meydana Gelen Hâdiseler» başlığına kadar olan bu cüdin metnindeki eksik kısımları, müellifin ihtisarından kaynaklanan ve yanlış anlaşılmağa müsait olan yerleri, nüsha ve baskı farklarından ortaya çıkan farklılıkları göz önüne alarak btr kısımları Tabârî'nin adı geçen eserinden bazı kelime ve cümieier eklemek suretiyle tercüme ettik. Tercüme esnasında meydana gelebilecek kendi hatâ ve zühullerimiz istisna edilirse, metne uy­mayan tercümelerde bu husus göz önünde bulundurulmalıdır. (Mütercim).


[6] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/9-11.


[7] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/12.


[8] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/12-14.


[9] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/14.


[10] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/14-17


[11] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/17-19.


[12] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/20.


[13] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/20-22.


[14] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/23-26.


[15] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/26-28.


[16] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/28-31.


[17] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/31-32.


[18] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/32-36.


[19] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/36-37.


[20] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/37-43.


[21] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/43-44.


[22] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/45-48.


[23] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/49-50.


[24] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/50-52.


[25] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/53-54.


[26] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/55.


[27] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/56-57.


[28] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/58-60.


[29] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/61-66.


[30] Biver kelimesi "ön bin" demektir : Esb keiimesi ise "at" manasına gelmektedir. On bin tane ata sahip olduğu için kendisine bu isim verilmiştir. (Mütercim).


[31] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/67-70.


[32] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/71-74.


[33] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/75-76.


[34] Bu isimler sırasıyla Taberî'de Sadâ, Samûd ve Heba şeklinde geçmektedir. Bk. ilgili bölüm (Mütercim).


[35] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/77-85.


[36] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/86-92.


[37] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/92-93.


[38] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/94-97.


[39] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/98-100.


[40] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/101-103.


[41] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/103.


[42] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/104-105.


[43] İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/105-107.